31 Mart 2011 Perşembe

aman arkdaşlar dikkatli olun, dokunan yanar!

sonunda ahmet şık'ın kitabı "imamın ordusu" dokunan yanar başlığı ile internete düştü...

ilgili haberlere aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz...

dikkatli olun dokunmadan okumaya çalışın...

http://www.gazeteciler.com/gundem/dokunan-yanar-peki-ya-indiren-32715h.html

http://www.scribd.com/search?query=dokunan-yanar

http://www.odatv.com/n.php?n=iste-imamin-ordusu-kitabi-3103111200

http://isohunt.com/torrents/?ihq=dokunan+yanar

Hava kurşun gibi ağır!Bağır, bağır, bağır, bağırıyorum.
Koşun, kurşun eritmeğe çağırıyorum…
O diyor ki bana:
- Sen kendi sesinle kül olursun ey!
Kerem gibi yana yana…
Deeeert çok, hemdert yok
Yüreklerin kulakları sağır…
Hava kurşun gibi ağır…
Ben diyorum ki ona:
- Kül olayım Kerem gibi yana yana.
Ben yanmasam,
sen yanmasan,
biz yanmasak,
nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa...
NAZIM HİKMET

30 Mart 2011 Çarşamba

liboşlar yine yumurtladı...

hadi ulu engin'in yazısı...

yazının başında “ERGENEKON” tabii ki vardır! Bundan şüphe duymak dahi abesle iştigal eder! diye yazmış sayın liboş... en başından beri "ergenekon yoktur, kumpastır" diyenlerse ergenekonun uşaklarıdır, gibisinden devam ediyor...

yazının ilerisinde ilginç bir şekilde "aydınlanma - erme" mertebesine yaklaştığını gösterir açıklamalarını ve artık uyanmaya başlayan bazı kesimlerin görüşlerini dile getiriyor...

ancak bizim bunları en başından beri söylememizin nedeni de bugün onların yeni yeni görmeye başladıkları tutarsızlıklar, komplolar, kumpaslar, haksızlıklardır...

şimdi yazısının en başındaki tutarsızlığına gelelim sayın hadi uluengin'in..."ergenkon tabii ki vardır" diye baştan ön yargıyla başlamakla "ergenekon yoktur, bunlar kumpastır" demek arasında hiç bir fark yoktur...terk fark iki ucu boklu değneğin iki ucunun işaret ediliyor olmasıdır... sonuç olarak, ikisi de aynı boktur...

doğru olan ise, insanlara haksızlık etmeden, adamına göre suç icat ederek değil delile göre suçluyu göstererek suçu işleyeni cezalandırarak davaları yürütmektir...suçu ve cezası belli olmadan insanları cezalandırmak yerine, en kısa zamanda delilleri tespit edip, suçu ve delilleri yargılayıp suçluları cezalandırmaktır...

bir grup için ortaya öyle iddialar atılıyor ki, öyle bir iddianame hazırlanıp öyle bir yargılama yapılıyor ki davanın sonuçlanması 1000 yıl sürecek neredeyse...siz böyle bir davadan nasıl adalet beklersiniz ki...üstelik insanlara ne ile suçlandıkları bile söylenmeden ceza evlerinde hücre cezası veriliyor...yargılanıp ceza almış bebek katilinden bile daha vahim şartlarda dava süreci geçiriyorlar...deliller gizlenip savunma hakları ellerinden alınıyor...daha yazacak olsak onlarca örnek var...

neyse kısa keselim...sonra aynı savcı, aynı davaya, sen onunla konuştun, sen ona böyle dedin, sein rehberinde öbürünün telefonu var, sana talimat verdiler, sen onu taciz ettin, ona kumpas kurdun, davayı itibarsızlaştırmaya çalışıyorsun diye habire yeni iddialar, yeni failleri davaya ekliyor...

sonuçta dava iyice anlaşılmaz, iyice sonuçsuz, iyice tutarsız bir hal alıyor...ondan sonra birileri de bizim bu davanın türk demokrasisi için büyük bir şans olduğuna inanmamızı bekliyorlar...

dava gerçekten türk demokrasisi için büyük bir şans olabilir ama zekariya öz'ün akp iktidarına ve cemaate yaranmak amacıyla bütün muhalif sesleri aynı torbaya doldurup çöpe atma yaklaşımı sürdükçe bu davaya en büyük darbeyi sayın savcının kendisi vurmuş olur...

eğer dava gerçekten demokrasi adına sürdürülüyorsa mevcut deliller ve mevcut sanıklar ile karar verilmeli ve öyle ya da böyle bir sonuca ulaştırılmalıdır... yoksa bu yaklaşımla eli kalem tutmayı bilmeyen küçük çocukların yaptığı karalamalar gibi sonunda kağıdı yırtar parçalar... ortada ne ne kalem, ne kağıt ne de karalama kalır...

en makul çözüm bu davayı yürütme kabiliyeti olmadığı en başından belli olan, belirli bir görüşün tetikçisi gibi davranarak davayı içinden çıkılamaz konuma getiren zekeriya öz'ün davadan alınarak aklı başında bir savcının işi yoluna koyması gerekir...

bu ülkede bu boyutta davaları idare edebilecek, adam gibi, tonla savcı var...kimsenin endişesi olmasın, onlar zekeriya özden daha fazla cumhuriyet savcısıdır...

NOT: sabah bunları yazarken aşağıdaki haberi görmemiştim...şimdi saat 16:35 ve aşağıdaki haberi okuyorum...ancak bu iyi bir haber mi kötü bir haber mi bilemiyorum...yerine umarım doğru ve dürüst, hiç kimsenin ne cemaatin-ne ordunun, ne akp'nin ne chp'nin adamı olmayan bir yürekli savcı gelir de adalet yerini bulur...

savcı öz'ün terfi(!) haberi... bence türkiye'nin başına gelen iki büyük felaketten biri sayın zekeriya öz'dür...

25 Mart 2011 Cuma

ahmet şık - imamın ordusu

herkes ahmet şık - imamın ordusu ile reklam yapma yarışına girmiş...

ama ortalıkta hiç bir gerçek kopya yok...

torrentleri indirmek çok kolay, ama bir tane bile "seeder" yok :(

birileri bulur da internette yayarsa süper olur...

bu arama sırasında benim en hoşuma giden bu link oldu...yani gerçeğe en benzer olanı... ne yazık ki link çalışmıyor:(

http://rapidshare.com/files/454163210/001_ae_mamae_n_Ordusu__taslak_.docx

aşağıdaki adresten alıntıladım...

http://www.alkoliktavir.com/alkolik-tavirdan-yayincilik-basarisi-imamin-ordusu-kitabini-yayinliyoruz/

orjinal katkıları için alkolik tavır'a teşekkürler...

bu arada imamın ordusu ile ilgili ilginç bir haber de zaytung'da verilmiş... onun da linki şöyle...

http://www.zaytung.com/haberdetay.asp?newsid=89693

olur mu olur...gerçeğe yakın bir haber...

sanırım imamın ordusu için asıl linkler şu aşağıda vereceğim linkler... 11 nisan'a kadar bekleyip göreceğiz bakalım, gerçek mi, oyalama taktiği mi...

http://imaminordusu.com/
http://www.facebook.com/imaminordusu
http://twitter.com/imaminordusu_

bu arada facebooktaki şu etkinlikten de haberiniz olsun...demokrasiye, adalete, hak ve hukuka inanan herkesin bu kampanyaya destek olması gerekli...sessiz kalmamak lazım...

http://www.facebook.com/event.php?eid=199006836786739


şimdiden 36bin kişiye ulaşmışlar (dün akşam 18bindeydi) ...100binlerin, milyonların olması gerekir...

ve son olarak mehmet y.yılmaz'ın imamın ordusu ile ilgili "İmamın Ordusu İmamın Karısı ve imambayıldı!" başlıklı bugünkü yazısı çok iyi...bir göz atmak isterseniz linki aşağıda veriyorum...

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/17375273.asp?yazarid=148&gid=61

24 Mart 2011 Perşembe

hala gazeticilik faaliyeti değil diyorlar...

ahmet şık ile ilgili haber...

bu insanların, gazetecilik yaptıkları ya da kitap yazdıkları için değil; başka (biz hala bilmiyoruz) sebeplerle tutuklandıklarını söyleyenlere inanıyor musunuz? ben en başından beri inanmıyordum da, siz hala inanıyor musunuz, sayın demokrasi aşıkları, onu merak ediyorum! kitapların yakıldığı dönemler bitti sanıyorduk... artık kitaplar daha basılmadan, yazarlarıyla beraber yakılıyor... ne zaman uyanacaksınız, çok merak ediyorum...

türkiye demokrasi açısından, hukuk açısından çok karanlık günler yaşıyor...

hukuk katlediliyor, savcılık eliyle bu insanlar ile ilgili yalan yanlış bilgiler gazetelere, yandaş medyaya servis edilip karalama ve iftira kampanyalarıyla halkın gözünde suçlu durumuna getiriliyorlar...mahkemede savunma hakları ellerinden alınıyor, deliller saklanıyor...suçu kanıtlanmamış insanlar zor şartlar altında hakındaki iddiaları bilmeden hücre cezasına çarptırılıyor...

ve bütün bunlar ileri demokrasi anlamına geliyor...

şimdi de yeni anayasa diye bir saçmalığı sürdüler bakalım ortaya...ilk söyledikleri "bölünmek önemli değil, önemli olan halkın refahı" oldu... bölün bölün de nereye kadar kardeşim...size bu ülkeyi bölme hakkını kim verdi...sen bu ülkeyi kimden aldın ki bölme hakkını elde edebiliyorsun... manipüle edilmiş, kandırılmış ve hatta hile karıştırılmış bir seçimle %90 bölünme isteyen bir nasıl bir refah getirebilirsin...

bölünerek büyüme nerede görülmüş? birlik olarak, el birliği ile, yanyana, kardeş kardeş ilerlemek büyümek varken, bölerek "al bu senin, bu benim, kimse kimsenin toprağına karışmayacak" diyerek büyünebileceğini mi sanıyorsun...

demokrasi, özgürlük, yerel yönetimler...bunlar amerikanın uydurması...kendileri neden ayrılmıyorlar o zaman? madem bölündükçe özgürleşiliyor...

birleştikçe, paylaştıkça büyür topluluklar...bunu neden anlamak istemiyorsunuz?

15 Mart 2011 Salı

ne adammış be!

işte hanefi avcı haberi...

maaşallah, hanefi avcı'nın da 10 parmağında 10 marifet...

hem devrimci, her ergenekoncu, hem işkenceci, hem emniyetçi, hem cemaatçi...boş zamanlarında kitap yazıyor...evli, torun torba sahibi(dir herhalde)...

40 tilkiyi, kırkınında kuyruklarını birbirine dokundurmadan dolaştırmak büyük yetenek ister...

harcanmış adam, yazık! keşke kendisine meslek olarak cambazlık falan seçseymiş...

en azından şimdi hapiste olmazdı...

bu işin aslını bilenler biliyor da halka bunu nasıl anlatacağız mesele orada...yandaş medya her minareye bir kılıf uydurup öyle yayın yapıyor...halkın ne yazık ki önemli bir kesimi de ağzı açık izliyor olanları...

8 Mart 2011 Salı

NAZLI ILICAK OLAYI...

Soner Yalcın'ın notları arasında Nazlı Ilıcak ve Güneri Civaoğlu arasında ilişki olduğuna dair bir not çıkmış, Süper Savcı Zekeriya Öz Nazlı Hanım'ı çağırıp davacı olup olmayacağını sormuş...

Allah akıl fikir versin!

Ben Nazlı hanımın yerinde olsam savcıyı dava ederim...Soner Yalçın bu iddiayı haber mi yapmış? Nazlı hanımı tehdit mi etmiş?

Böyle birşeyden kimsenin haberi yok...Ortalıkta bir haber, bir iddia yok...Nazlı hanım Soner Yalçın'dan şikayetçi olacakmış!

Savcıyı şikayet et sen, savcıyı! Savcı bütün gazetelere anlatmasa kimsenin böyle bir şeyden haberi olmayacak!

Gazeteciler için bir laf kullanmıştı iddianamesinde; gazetecilik dışı faaliyetler diye...Sayın savcı da savcılık dışı faaliyetler göstermeye başladı! Gazetecilerin notları arasından istedikleri seçip gazetelere manşet atıyor!

El insaf artık! Nazlı hanıma karşı atılan bu iftirada kabahat kimindir? Velev ki Soner Yalçın'ın notları arasında bulunsun ve gerçekten kendisi yazmış olsun; bu notu yazan mı kabahatlidir, yoksa bu notu medyaya veren mi?

28 Şubat 2011 Pazartesi

SEKİZ YILDA AKP İKTİDARI NEYİ BAŞARDI?

Sekiz yılda AKP iktidarı pek çok şey başarmış olarak addedilebilir. Yollar, fıskiyeli kavşaklar, üst geçitler yaptılar, tesisler açtılar… Doğrudur. Ama bugün fark ettiğim bir şey bence en başarılı oldukları konu.

Bugün Engin Ardıç’ın bir yazısını okudum. Pek takip ettiğim bir yazar değildir, kendisi. Yazdıklarının da konuyla alakası yok zaten. Facebook’da bir arkadaşım işaretlemiş, öyle haberim oldu. Engin bey yine her zaman ki gibi “döktürmüş” yorumculardan birinin tabiriyle. Beni Engin bey’in söyledikleri değil altında yazan yorumlar düşündürdü.

Benim midemi bulandıran bu yazı için az denemeyecek sayıda insan methiyeler düzmüştü. “Helal olsun be! Ne güzel giydirmişsin darbecilere! Gitsinler Ata’larına şikâyet etsinler!” demişler. Neredeyse “Cehennemin dibine kadar yolları var.”diyecekler, asker eşleri için… Tabii yazının altında methiyeler haricinde hiç bir olumsuz yorum olmaması düşündürücü! Genelde böyle yazıların altında küfrün bini bir para olur.

İşte AKP hükümetinin başardığı şey bu. En başarılı oldukları şey. Artık Türkiye’de iki halk var.

Aynı olaya bakıyor ve biri AK derken diğeri KARA diyor. Belki uzun zamandır söyleniyor, herkes farkında ama ilk kez bu kadar çarpıcı şekilde benim kafama dank etti. Belki o yazıyı beğenenlerden biri bir zamanlar benim arkadaşım olduğu için, belki midemi bulandıran bir yazıya bu kadar övgü yağdırıldığı için...

Bu insanlar benimle aynı yazıyı okuyor ve benim AK dediğime KARA diyorlar!

“Bakıyorum ve görüyorum. Herşey ortada. Bu AK!” Onlar da aynısını söylüyorlar. “Bunu nasıl görmüyorsunuz. Bu KARA!”

Ergenekon davası başladığından böyle değil mi? Birileri “demokrasi gelecek” diyor diğerleri “demokrasi gidiyor” diyor… Birileri “Yargı elden gidiyor” diyor diğerleri “yargı şimdi bağımsız oldu” diyor… Gazeteciler içeri atılırken birileri “adalet yerini buldu” diyorlar diğerleri “bu faşizmdir” diyor…

İşte bunu başardı AKP iktidarı, sekiz yılda. Bu ülkeyi tam orta yerinden ikiye bölmeyi başardı.

Yıllardır kimsenin başaramadığını bu hükümet başardı. Hem de karşısında duranların söyledikleri ile aynı şeyleri söyleyerek. Demokrasi istiyoruz diyenleri hapse atıp alın işte demokrasi diyerek… Adalet istiyoruz diyenlere delil üretip al sana adalet diyerek… Hakkımızı savunamıyoruz, bu nasıl yargı diyenlere manşetlerde, televizyonlarda terörist diyerek...

Teröristlere sayın diyenler, sınır kapılarında teröristleri salıverip davul zurna çaldıranlar; teröristlerle savaşanlara, binlerce hayat kurtarmış bilim adamlarına, fikir üreten, doğruları anlatan gazetecilere terörist diyorlar! Birileri de bunları alkışlayıp özgürlük geliyor, demokrasi geliyor, vesayet gidiyor diye tempo tutuyor.

Oysa ülke elden gidiyor…

Artık iktidardakilerin bir şey söylemesine yapmasına da gerek yok. Bir sanatçı televizyonda bir söz söylüyor; ertesi gün medyanın yarısı yerden yere vuruyor, sosyal medya çalkalanıyor; küfürler, tehditler… Halkın yarısı da onun ne kadar doğru konuştuğunu düşünüyor, söylüyor. Ama medyanın diğer yarısında sadece bir iki ses çıkıyor. Çünkü onlar artık söylenmesi gerekeni rahatlıkla söyleyemiyor…

Bugün başbakanın Kılıçdaroğlu için söyledikleri bana benzer çağrışımlar yaptı. Ergenekon için yer göstermiş başbakan; “Git Danıştay saldırısına, 1 Mayıs katliamına, Dersim’e bak görürsün.” demiş. “Dersimdeki akrabalarına sor, anlatsınlar…”Uç yıldır yargı devam ediyor, sanıklar ne ile suçlandıklarını bilmiyor, beş bin sayfalık iddianameyi sayfa sırasına koymaya çalışırlarken başbakan Ergenekon’un tarihini tüm halka anlatıyor televizyonlarda. Neredeyse “Kuruluşu 1923. İlk temelleri 1919’da Samsun’da atıldı. Ana hatları İnönü’de, Sakarya’da oluşturuldu.” diyecek.

Dersim lafı çıktığından beri başbakanın ağzından düşmüyor bu sözler. 70 – 80 sene önce olmuş olayların sorumlusunun CHP olduğunu, İsmet İnönü olduğunu, Atatürk olduğunu söylemek istiyor, aklınca. Bir yandan da mutlaka Kılıçdaroğlu’nun soyuna dokunduracak. Ondandır, “akrabalarına sor” diyor.

Dersim’in bir muhatabı varsa o da sensin sayın başbakan. Kemal Kılıçdaroğlu mu Dersim’de harekât kararı verdi? Bugünkü CHP’lilerin %90’ı o tarihte daha doğmamıştır bile. Yürekliysen çıkar dersin: “Şu tarihte Dersim’de yapılanlardan Türkiye Cumhuriyeti devleti adına özür diliyorum.” Sen devletin en yetkili adamısın. “Bundan sonra şöyle tazminat vereceğiz, böyle haklarını iade edeceğiz.”. Eğer Dersim’de olanlarla bu kadar ilgiliysen sorumluluğu devlet adına üzerine alırsın ve konuyu kapatırsın. O tarihte Dersim’de olanlar Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihidir, CHP’nin değil. Kılıçdaroğlu’ndan çok senin sorumluluğun var.

“Başbakan olarak benim bir sorumluluğum yok. Tüm kabahat CHP’lilerin. Ben ne o zamanın hükümetini ne de cumhurbaşkanını tanırım” diyorsan o zaman çıkıp diyeceksin ki: “Biz artık rejimi değiştiriyoruz. Türkiye Cumhuriyeti ile bağlarımızı koparttık. Biz “Ilımlı Türk İslam Cumhuriyeti”ni kuracağız. Dersim katliamını, devletin borçlarını ve Silivri’yi CHP’yle MHP’ye bırakıyoruz”. Tüm Türkiye bilsin aslında ne demek istediğini.

Türkiye artık yazılı metinde farklı, kendi aklından konuştuğunda farklı kişiliklere bürünen çift kişilikli başbakana sahip olduğu gibi aynı olaya bakıp “bravo, çok güzel oldu!” ya da “yuh, mahvettiniz ülkeyi be!” diyen çift kişilikli bir halka da sahip oldu, sayenizde.

Ne sağ-sol, ne laik-dinci, ne zengin-yoksul, ne türk-kürt ayrımı halkı bu noktaya getirebilmişti.

İşte bunu başardı bu hükümet! Halkı bölünme noktasına getirdi…

En başından beri yapmak istedikleri buydu, herhalde.

Başardılar.

5 Kasım 2010 Cuma

2100 yılında dünya...

01.Kasım.2010 tarihli Radikal’de 90 yıl sonra dünyanın nasıl bir yer olacağına dair bir haber yayınlandı. Daha çok askeri teknolojiler üzerine tahminler yapılmıştı. Ve bu yazı bir bilimkurgu sever olarak beni düşünmeye zorladı.

Dünya bir kaç yüzyıl sonra nasıl bir yer olabilir? Luc Besson’un 5.Elementi gibi mi? Ya da Asimov’un Çelik Mağaralar’ı gibi mi? Philip K.Dick’in romanından uyarlanan Blade Runner’a benzer Asimov’un dünyası da. Luc Besson’un renkli Fransız dünyasından daha karamsar, daha karanlık bir dünyadır. Daha umutsuz.

Umutsuzluk sanırım gelişen teknolojinin yan etkisi gibi birşey. İnsanların rahatı arttıkça umutsuzluğu da artıyor, üzerlerine bir karamsarlık çöküyor, herşeyin kötüye gideceğini düşünüyorlar ve genelde de haklı çıkıyorlar. Bunu doğrulayan pekçok bilimsel araştırma da var, refah düzeyi ile mutluluk ters orantılı genelde.

Ama benim umutsuzluğum haberin kendisinden kaynaklanıyor. Baksanıza 90 yılsonra askerler düşüncelerini internet üzerinden iletebilecek, her yer kıtalar arası füze dolacak, nükleer silahlar, nüfus artışı, gmo’lar, çevre kirliliği, ekonomik krizler vs.derken insanoğlu o günleri görebilecek mi acaba diyorum. Bundan 15-20 yıl sonra hala silahlanmaya şimdiki oranlarda para yatırmaya devam edersek insanlığın hiçbir şansı kalmayacak gibime geliyor.

Teknolojinin yayılma hızı ve toplumun o teknolojiyi kabullenme-ona uyum sağlama hızı artık birbiri ile uyuşmuyor. Yeni çıkan cep telefonlarının yarısından bihaberiz artık. O kadar çok çıkıyorlar ki ayrıntılarını takip edemiyoruz. Bilgisayarlar keza öyle. Arabalardaki değişiklikler artık yenisini almayacaksanız, çok az kişiyi ilgilendiriyor. Önceden böyle miydi? Bir kaç gazete ve dergiyi düzenli takip ettiğimizde bu teknolojileri kolayca takip edebilirdik. Ama artık her firma kendince yeni teknolojiler üretiyor ve artan bir hızla ilerleme kaydediyor. Biz ise artık sadece uzaktan takip etmeye çalışıyoruz.(Bilgisayar dergilerinde her yıl yeni geliştirilen terim sayısının bir insanın yıllık yeni kelime öğrenme hızından fazla olduğunu okumuştum bir ara.)

Sonra bir gün aslında cep telefonlarının beyin tümörü riskini 3 kat arttırdığı, yüksek gerilim hatlarının kansere neden olduğu, bazı tarım ilaçlarının bağışıklık sistemini iflas ettirdiği ya da arıları yok ettiği, aslında kanseri iyileştirmesi gereken bir ilacın kalp krizine neden olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalıyoruz.

Bütün bunlardan ne mi anlıyorum? Yüksek hızlı değişim ve onun getirdiği belirsizlikler umutsuzluğu yaratıyor. Bu doğru. Kontrolsüz değişim, “iyileşme” değildir. Bir anda tepetaklak olup yere çakılabilirsiniz. Yine filmlerden örnek verelim. Mimic ya da I am Legend. Her iki filmde de bir hastalığa karşı geliştirilen genetik tedavi yöntemi tahmin edilemeyen bir yönde gelişerek korkutucu sonuçlar doğurur. Birinde tüm insanlık bu hastalıkla yaşayan ölülere dönüşürken diğerinde insan-böcek karışımı canavarlar ortaya çıkar.

Peki hiç mi umut yok? Yukarda yazdığım gibi, bu değişim ve uyum sağlama hızı arasındaki fark bize pekçok şeyi iş işten geçtikten sonra fark etmemize neden oluyor. Üstelik nüfus artış hızımız da buna hiç yardımcı olacak gibi görünmüyor. Dünya ekonomisininin iplerini elinde tutanların da uzun vadeli planları yok.(Varsa bile bizimle ilgili olduğunu pek sanmam.) Onlar bu düzenin sonsuza dek süreceğini sanıyorlar. Oysa dünya düzeninin ilerleyişi kendi üzerine yıkılacak bir kule inşaatını andırıyor. Öyle olunca da Asimov’un Çelik Mağaralar’ı ya da Blade Runner’a razı oluyorsunuz.

Peki ne yapabiliriz?

Bu tip durumlarda, yani gidişat iyi değilse, iş dünyasının ilk tedbiri tasarruftur; gereksiz harcamaları durduracaksınız. Burada benim aklıma ilk gelen silahlanma harcamaları. Hepimiz aynı gemideyiz. O zaman neyin kavgasını yapıyoruz? Neden sadece birbirimizi korkutmak için her yıl milyarlarca dolar harcıyoruz? Savaşmayacaksak bu kadar çok silaha da ihtiyacımız olmazdı. Savaşacaksak savaşalım, savaşmayacaksak silahlara neden ihtiyacımı var?

İkinci tedbir, temiz bir enerji kaynağı. Eğer silah ya da askeri yatırımlar yerine temiz bir enerji kaynağı için yatırım yapsaydık şimdiye kadar çoktan bu enerji kaynağını elde etmiş olurduk. Neyse, henüz çok geç kalmış sayılmayız. Hidrojen veya güneş enerjisinde son yıllarda önemli gelişmeler var. Yeterli yatırım yapılırsa bu çalışmalardan sonuç alınabileceğini umuyorum.

3.tedbir, eğitim şart! Cem Yılmaz’ın reklamı akıllara geliyor değil mi? Bu da nüfus artış problemi için gerekli. Bu artış hızıyla dünya çok yakında açlık, salgın hastalık ve savaş tehditleri ile karşı karşıya. Üstelik iklim değişiklikleri de dikkate alınırsa bu çok uzak bir gelecek gibi de değil. Eğitimsiz ve vasıfsız, sürü halindeki tehlikeli kalabalıkların ıslah edilmiş, topluma faydalı, eğitimli insan toplulukları haline getirilmesi gerekli. Bunu yapmak belki de yukardakilerden daha zor ve zahmetli. Hem de uzun süreli. Ama bir şekilde yapılması gerekiyor. Yoksa bir süre sonra şehrin küçük bir yerine sıkışıp kalmış elit bir azınlık ve onun etrafında sefalet içerisinde yaşayan milyonlarca insan çok da imkansız görünmüyor. Hindistan’da aslında bunun yaşandığını da biliyoruz, Slamdog Millionare’i hatırlayın.

Tamam. Diyelim ki bu tedbirler alındı, uygulandı. Temiz ve ucuz bir enerji kaynağı, eğitimli, istekli kalifiye büyük ve ucuz bir iş gücü. Sonuç ne olacak. Hadi iyimser tarafından bakalım.

En önemli gelişmeler herhalde sağlık alanında olurdu. Kanser hücrelerini yerinde yok eden güdümlü ilaçlar ya da mikro cerrahi cihazları olurdu mesela. Sonra %100 uyumlu organ nakli mümkün olurdu. Hatta belki klonlanmış organlarla insanlar kendi yedek parçalarını önceden hazırlattırabilirlerdi.

Sağlık açısından yüzyılın hastalığı olabilecek obezite için de bir çare bulunurdu herhalde. Tabii bu insanlığın kültürel tarihini nasıl etkiler bilemiyorum. The Demolition Man filmi aklıma geliyor. Bütün restoranların Pizza Hut olduğu ve sigara, doymuş yağlar, kafein gibi sağlığa zararlı olacak tüm yiyecek-içeceklerin yasaklandığı bir dünya. Tabii cinsel sıvıların transferi de yasak...

Aslında bu Big Brother sendromu mutlaka karşımıza çıkacak ama ne zaman bilemiyorum. Ursula K.Leguin’in Mülksüzler’indeki gibi “anarşi” üzerine bir toplum kurmak George Orwell’in 1984’ün deki gibi “faşizm” üzerine bir toplum kurmaktan daha zor olsa gerek.

Peki teknoloji ne durumda olur 100 yıl sonra dersiniz? Bilimkurgu filmlerini izleyince insanların teknolojik gelişmeleri öngörebilme yeteneklerinin çok zayıf olduğunu anlıyoruz. Alien’daki gibi tüplü ekranlarda dolanan sayılarla çalışan bilgisayar kullanan ama aynı zamanda yıldızlar arası seyahat yapabilen uzay gemileri olduğunu görüyoruz. Ya da Yul Bryner’li Westworld’deki gibi insan görünümlü robotlar yapıp LCD televizyonu icat edemiyoruz. Benim en beğendiğim örnek Tom Cruise’in oynadığı Minority Report. Ama o da sadece mevcut teknolojilerin geliştirilmiş halini gösteriyor. Yani çok da uzak bir gelecek değil aslında. Projeksiyon ekranlar ve veri girişleri teknolojisi ve kişiye yönelik reklam uygulamaları şu anda zaten mevcut. Geleceği görebilen mutantlar elbette filmin kurgu kısmını oluşturuyor.

Benim tahminim yarının dünyasında kişisel bilgisayar kavramının ortadan kalkacağı yönünde. Çünkü bilgisayar ve internet artık her an insanın yanında ve her yerde olacak. Üstelik süper hızlı bağlantı sayesinde pekçok küçük ölçekli bilgisayar yerine birbirine bağlı ortak çalışabilen serverlar daha verimli olacaktır. Bir tür “Cloud” teknolojisi yani. Bunların örneklerini de şu anda yeni yeni görmeye başladık aslında. Ama sanırım sağlıktaki gelişmelerle, biyoteknoloji ve robot bilimlerindeki gelişmeyi de göz önünde bulundurursak Uzay Yolu filmlerinde gördüğümüz yarı insan yarı robot Biyonik insanlar ya da teknoloji ile entegre olmuş insanlar çok uzak değil. Eğer gözünün içine doğrudan bilgileri aktarabileceksen neden ekrana ihtiyaç duyasın? Bunun için gözlükler de yapıldı aslında. Ya da doğrudan bağlantı yapabileceğin her an her yerde yanında bulunan (muhtemelen içinde) bir teknoloji...Yine “Big Brother” ortaya çıkıyor tabii. Herkesin her an her yerde gözetlendiği, ne yaptığı, ne istediği takip edilen ve hatta kontrol edilebilen insanlar topluluğu...Öyle mi olacağız acaba?

Peki arabalar, ulaşım? 100 yıl sonra yıldızlar arası seyahatin gerçek olmasını dilerdim. Ama bence henüz bundan çok uzağız. 100 yıl sonra da yıldızlar arası seyahat hala bilimkurgu olarak kalabilir. Ama temiz enerji kaynakları, gelişen teknoloji, artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayabilmek için kişisel bilgisayarlar gibi kişsel otomobillerin de ortadan kalkacağını düşünüyorum.

Şu anda İstanbulun içerisinde arabayla bir yerden bir yere gitmek işkence olmuşken “140 milyon” nüfusu olan bir şehirde herkesin kendi arabasıyla trafiğe çıkması mümkün olmaz herhalde. Üstelik bunun için Geleceğe Dönüş’teki DeLorean gibi uçan bir arabanız olsa bile. Bence en uygun çözüm şimdiden yaya yoluna çevrilen yollar gibi şehir içinin tamamen yürüyen bantlarla donatılması. Bu benim fikrim değil, Asimov’un kitaplarından bir alıntı. Şafağın Robotları ya da Vakıf Serisinde geçiyor olabilir. Çinliler bunu duraklamadan yolcu indirip bindirilebilen tren projesi olarak hazırlamaya başladılar bile. Temiz ve ucuz enerji ile sürekli çalışan yürüyen merdiven ya da paneller daha akılcı ve ekonomik bir çözüm olabilir.

Ya da artık araba kullanımına gerek duyulmayan şehirler inşaa edebiliriz belki. 140 milyonluk bir şehirde yaşayacak olursak 140 m2’lik bir ev çok büyük bir lüks olacaktır. Hem de hiç ekonomik değil. Japonlar gibi küçük apartman dairelerinde beyaz teknolojik duvarlar geliyor aklıma. TV, bilgisayar, internet hepsi duvarın üstüne yansıyan ya da odanın bir köşesinde 3 boyutlu hologramlar şeklinde olabilir. Bu durumda ihtiyaç duyulan oturulacak bir kaç sandalye, bir yatak ve küçük bir mutfak ve banyo-tuvalet. 5+1 tripleks daireleri unutun!

Peki ya çocuklar? Bu evlerde sanki çocuklara pek yer yok gibi? Ya çocuklar da artık ısmarlama gen havuzundan ya da yapay rahimlerden gelmek zorunda kalırsa? 140 milyonluk şehirlerde yaşayacaksak nüfus kontrolü belki de en büyük problemlerden biri olacak. Ama dua edelimde 30 yaşında herkesin ölmek zorunda olduğu bir çözüm bulunmasın buna. 30 yaşını geçmiş, sosyal açıdan topluma yük oluşturan “yaşlıların” öldürüldüğü bir dünya...Korkutucu değil mi? Bu da yeni bir fikir değil, Logan’s Run filminden. 100 sene sonra eğer hala insanlığı yok etmemiş olursak böyle bir yer olabilir dünya. Çünkü teknoloji ve tıptaki ilerleme sayesinde çok daha uzun süre yaşıyor olacağız.

Uzay yolculuğu olur mu peki? Şu anda da uzay yolculuklarının tek problemi enerji aslında. Küçük ölçekli, yüksek verimli ve tehlikesiz enerji kaynaklarıyla 100 yıl sonra güneş sistemi içerisinde daha fazla seyahat etmemiz mümkün olacaktır. Belki Mars’ta maden ocakları, Ay’da oteller açılır, Total Recall’daki gibi. Şu an bile bunu yapabilecek teknolojiye sahibiz. Küçücük uzay gemilerini uzaya çıkarabilmek için gerekli olan koca koca yakıt tankları olmasaydı bunları çoktan yapmış olurduk.

Biz uzaya çıkarsak uzay bize gelmez mi? Gelir tabii...Uzaylılar da bizim birşeyi başarmamızı bekliyorlar herhalde. Uzay Yolu – First Contact filmindeki gibi. Orada da yıldızlar arası ilk uzay gemisinin yapılması ile zeki uzaylılar insanlarla irtibata geçiyorlardı. Böyle bir eşiği aşarsak onlar da bizimle irtibata geçerler artık. 100 yıl içerisinde bunun olması kesin bence. Eğer uzaylılar UFO’larla sürekli bizi ziyaret edip inceliyorlarsa o aşmamız gereken eşiği 100 yıl içerisinde mutlaka aşarız. Eğer zeki uzaylıların bizden haberi yoksa, yani UFO’lar uzay gemisi değilde sadece yanılsamaysa, biz onları buluncaya kadar bir kaç yüzyıl daha geçmesi gerekecek demektir.

Yüzyıl sonra yıldızlar arası yolculuk olmayacak. Zaman makinesi olmayacak. Ölülerle iletişim kurulamayacak. Tanrı’nın varlığı ispatlanamayacak. Kadın ve erkek arasında anlaşmazlıklar bitmeyecek. Ama bunların dışında değiştirilip düzeltilebilecek, unutup silinebilecek pekçok şey var.Daha güzel günler bizi bekliyor. Olmak zorunda.

Ama neden insan hafızası hep iyi ve güzel olanları eskide buluyor? Neden eskiden aldığımız tadı hiçbir yerde bulamıyoruz. “Bu biz büyüdük ve kirlendi dünya” sözü gibi. Biz büyüdükçe dünya kirleniyor ve kirlendikçe bizim duyularımız köreliyor. O eski tadları bulamıyoruz, hiç bir yerde. O yüzden yeni kan, taze bir soluk bu toplumun, her zaman, ihtiyacı olacak. Yeni, istekli bir genç nesil. Uyuşturulmamış, uyutulmamış, temiz, genç dimağlar hırslarıyla, azimleriyle, istekleriyle, aç gözlülükleriyle ilerleyecek ve daha güzel günleri getirecektir.

Bunun için onlara verilmesi gereken en değerli bilgi öğrenmeyi öğrenmektir. Yani aklını kullanabilmek...

Yaratıcı olmak, deneme yanılma yöntemleri, yılmadan bıkmadan çalışabilmek, gelecekten umutlu olmak, istekli olmak, heyecanını kaybetmemek, şevkini kırmamak, kimseyi incitmemek...Bunlar bu genç dimağlar için gerekli şeyler ve aynı zamanda disiplin, koordinasyon, iş birliği, analiz yeteneği, planlama, matematik gibi çok da hoşa gitmediği halde sahip olunması gereken bilgiler var. Bunlarda bir önceki neslin mirası olmalı.

Yüzyıl sonrasını görmek için yüzyıl öncesine bakalım. Jules Verne’in Aya Seyahat’ine, mesela. Kurgu gerçeğe dönüştüğünde ne kadar farklı olduğuna bakarak şimdi bizim kurguladıklarımızın yüzyıl sonra nasıl gerçeğe dönüşeceğini tahmin edebilirsiniz...

20 Eylül 2010 Pazartesi

eşcinsellik tartışması...

radikal'deki haber...

güzel bir tartışma ortamı başlatmışız, bu hoşuma gitti :)
birincisi; homofobik falan değilim...insanların eşcinsel olmasından ya da bunu yaşamalarıdan rahatsızlık duymuyorum...benim rahatsız olduğum bunun normal birşey olduğunu iddia etmenizdir...eski yorumlarımda da bu tavrımı görebilirsiniz... ben de herkes gibi siz eşcinsellerin temel insan haklarından faydalanmasını isterim...ancak eşcinsellik reklamının yapılmasına her zaman karşı çıkacağım...bu haber bile bir eşcinsellik reklamıdır!...ikincisi; pedofili ve zoofili ile ilgili tanımları veren arkadaşa teşekkür ediyorum...ben de konuyu mağdur olma durumu açısından değerlendirmemiştim...çok haklısınız, mağdurluk ve sapkınlık bu iki durum için daha geçerli...ancak benim dikkat çekmek istediğim noktayı gözden kaçırmışsınız...100 yıl önce "sapkınlık" olarak değerlendirilen, toplum içerisinde ağza bile alınamayan eşcinsellik bugün "normal" karşılanıp "yasal" hale getirilmeye çalışılıyor...yani "bu gelişme hızıyla" 20 yıla kalmaz zoofili ve pedofilinin de "normal" ya da "yasal olması" için çalışmalara başlanacaktır! (yirmi sene sonra mağdurları ortandan kaldıracak bir yöntem bulunu elbet, merak etmeyin)...üçüncüsü; mağdur meselesi...eşcinsel olduğu için, cinsiyet değiştirdiği için, aidsten, uyuşturucudan, tecavüz edilip öldürülen arkadaşlarını gördükten sonra yaptığı tercihlere pişman olan hiçbir eşcinsel ya da "mağdur" olmadığını söyleyebilir misiniz? dördüncüsü; eşcinsellik sürekli medya tarafından normal olarak pompalanmadan önce, yani TV-reklam çağından önce de bu kadar yaygın mıydı? ya da bugün eşcinsel olduğunu söyleyerek gezen herkes eğer çevrelerinden ya da medyadan bunu "normal" olarak algılamayıp kendi isteklerini bu yöne kanalize etmeseydi yine bu tercihleri yapar mıydı? cinsellik o kadar da basit bir konu değil, herkes farklı deneyimler yaşamak isteyebilir...ama bu şekilde destek görmese eşcinsellik nasıl bu kadar yaygınlaşabilirdi ki? belki geçici bir heves farklı bir deneyim olup bitecekti... beşincisi; eşcinsellik tamamen doğaya aykırıdır...gözü dönmüşlük, doğal olana karşı gelmek anlamına geldiğinden dolayı da "sapkınlık"tır...doğru olandan, doğal olandan sapıldığından sapkınlıktır...yani tanımı gereği...yoksa illaki bir mağdur olmasına gerek yok...silkelenin ve kendinize gelin...eşcinsellik sapkınlıktır ve toplumu yiyip bitirecek bir virüstür...insan topluluğunun en küçük birimi aile; kadın-erkek ve çocuklarından oluşur...kadın-kadın-çocuk ya da erkek-erkek-çocuk bu yapıyı tamamen bozabilecek kadar tehlikeli bir yaklaşımdır ve kesinlikle uzak durulmalıdır...boşanmış ailelerin çocuklarında nasıl problemler olduğunu görüyoruz zaten...iki anne ya da iki babayla nasıl bir toplum olur tahmin edebiliyor musunuz? ben tahmin edemediğim için buna karşı çıkıyorum...doğa kanunlarına, dini kurallara, ahlak kurallarına ve yaratılışa ters olduğu için karşı çıkıyorum...sonuncusu; "yav, alan razı satan razı sana n'oluyo..." diyebilirsiniz....(mağdur yok ya, herkes memnun...)eğer insanlar bu tercihlerini sadece yatak odalarında yapsalar ve kendi kendilerine memnun olup ona buna sabahtan akşama, tv ekranlarında bu tercihlerini bağıra bağıra anlatıyor olmasalardı belki bu kadar rahatsız olmazdım...ama ben bunu izlemek istemiyorum...ben bunu bilmek istemiyorum...jim carrey'nin adı nedeniyle "i love you phillip morris" filmini izledim, geçenlerde...sadece eşcinsellik reklamı yapan bir filmdi..."yeni trend yeni pazar...eşcinsel olun bütün ihtiyaçlarınızı bizden alın...ha bu arada dünya batıyor, toplum çöküyor ama olsun...siz keyfinize bakın..." o filmi izleyin o zaman bu "reklam"ların artık ne hale geldiğini göreceksiniz...

8 Eylül 2010 Çarşamba

adam açık açık türk halkının yarısına hakaret ediyor...

cengiz çandar'ın yazısı...

aynı fikirde olmayabilirsiniz belki ama insanlara, hele ki Türkiye'nin yarısına bu şekilde hakaret etme hakkınız yok...

"vicdansız", "ruh sağlığını yitirmiş", "kafası fosilleşmeye başlamış bağnaz" laflarını aynen size iade ediyorum...

sizin yıllardır takip ettiğim radikal gazetesinde alenen türk halkının yarısına bu şekilde hakaret etmenizi kınıyorum...

sırf siz ve sizin gibiler yüzünden vermiş olduğumuz "hayır" mücadelesinde ne kadar haklı olduğumuzu gösterdiğiniz için teşekkürler...işte siz ve sizin gibiler, sizden farklı olan herkesi "vicdansız", "hasta", "ruhsuz", bağnaz" olarak değerlendirebiliyorsunuz..
.akp ve yandaşlarının gerçek yüzü budur işte...

siz ve sizin gibilerin artık kayışını koparmış, kontrolünü tamamen yitirmiş şekilde, gücün verdiği hazla, şuurunu kaybederek, her önünüze gelene yaptığınız bu hayasız saldırıları durdurmak bizim boynumuzun borcudur...

tüm duyarlı radikal okurlarını bu, alenen Türk halkına hakaret eden şahıs radikalde yazmaya devam ettiği sürece gazetelerini satın almamaya davet ediyorum...bu zihniyetin, bu hayasızlığın radikal gazetesinde yeri olmamalıdır...