5 Kasım 2010 Cuma

2100 yılında dünya...

01.Kasım.2010 tarihli Radikal’de 90 yıl sonra dünyanın nasıl bir yer olacağına dair bir haber yayınlandı. Daha çok askeri teknolojiler üzerine tahminler yapılmıştı. Ve bu yazı bir bilimkurgu sever olarak beni düşünmeye zorladı.

Dünya bir kaç yüzyıl sonra nasıl bir yer olabilir? Luc Besson’un 5.Elementi gibi mi? Ya da Asimov’un Çelik Mağaralar’ı gibi mi? Philip K.Dick’in romanından uyarlanan Blade Runner’a benzer Asimov’un dünyası da. Luc Besson’un renkli Fransız dünyasından daha karamsar, daha karanlık bir dünyadır. Daha umutsuz.

Umutsuzluk sanırım gelişen teknolojinin yan etkisi gibi birşey. İnsanların rahatı arttıkça umutsuzluğu da artıyor, üzerlerine bir karamsarlık çöküyor, herşeyin kötüye gideceğini düşünüyorlar ve genelde de haklı çıkıyorlar. Bunu doğrulayan pekçok bilimsel araştırma da var, refah düzeyi ile mutluluk ters orantılı genelde.

Ama benim umutsuzluğum haberin kendisinden kaynaklanıyor. Baksanıza 90 yılsonra askerler düşüncelerini internet üzerinden iletebilecek, her yer kıtalar arası füze dolacak, nükleer silahlar, nüfus artışı, gmo’lar, çevre kirliliği, ekonomik krizler vs.derken insanoğlu o günleri görebilecek mi acaba diyorum. Bundan 15-20 yıl sonra hala silahlanmaya şimdiki oranlarda para yatırmaya devam edersek insanlığın hiçbir şansı kalmayacak gibime geliyor.

Teknolojinin yayılma hızı ve toplumun o teknolojiyi kabullenme-ona uyum sağlama hızı artık birbiri ile uyuşmuyor. Yeni çıkan cep telefonlarının yarısından bihaberiz artık. O kadar çok çıkıyorlar ki ayrıntılarını takip edemiyoruz. Bilgisayarlar keza öyle. Arabalardaki değişiklikler artık yenisini almayacaksanız, çok az kişiyi ilgilendiriyor. Önceden böyle miydi? Bir kaç gazete ve dergiyi düzenli takip ettiğimizde bu teknolojileri kolayca takip edebilirdik. Ama artık her firma kendince yeni teknolojiler üretiyor ve artan bir hızla ilerleme kaydediyor. Biz ise artık sadece uzaktan takip etmeye çalışıyoruz.(Bilgisayar dergilerinde her yıl yeni geliştirilen terim sayısının bir insanın yıllık yeni kelime öğrenme hızından fazla olduğunu okumuştum bir ara.)

Sonra bir gün aslında cep telefonlarının beyin tümörü riskini 3 kat arttırdığı, yüksek gerilim hatlarının kansere neden olduğu, bazı tarım ilaçlarının bağışıklık sistemini iflas ettirdiği ya da arıları yok ettiği, aslında kanseri iyileştirmesi gereken bir ilacın kalp krizine neden olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalıyoruz.

Bütün bunlardan ne mi anlıyorum? Yüksek hızlı değişim ve onun getirdiği belirsizlikler umutsuzluğu yaratıyor. Bu doğru. Kontrolsüz değişim, “iyileşme” değildir. Bir anda tepetaklak olup yere çakılabilirsiniz. Yine filmlerden örnek verelim. Mimic ya da I am Legend. Her iki filmde de bir hastalığa karşı geliştirilen genetik tedavi yöntemi tahmin edilemeyen bir yönde gelişerek korkutucu sonuçlar doğurur. Birinde tüm insanlık bu hastalıkla yaşayan ölülere dönüşürken diğerinde insan-böcek karışımı canavarlar ortaya çıkar.

Peki hiç mi umut yok? Yukarda yazdığım gibi, bu değişim ve uyum sağlama hızı arasındaki fark bize pekçok şeyi iş işten geçtikten sonra fark etmemize neden oluyor. Üstelik nüfus artış hızımız da buna hiç yardımcı olacak gibi görünmüyor. Dünya ekonomisininin iplerini elinde tutanların da uzun vadeli planları yok.(Varsa bile bizimle ilgili olduğunu pek sanmam.) Onlar bu düzenin sonsuza dek süreceğini sanıyorlar. Oysa dünya düzeninin ilerleyişi kendi üzerine yıkılacak bir kule inşaatını andırıyor. Öyle olunca da Asimov’un Çelik Mağaralar’ı ya da Blade Runner’a razı oluyorsunuz.

Peki ne yapabiliriz?

Bu tip durumlarda, yani gidişat iyi değilse, iş dünyasının ilk tedbiri tasarruftur; gereksiz harcamaları durduracaksınız. Burada benim aklıma ilk gelen silahlanma harcamaları. Hepimiz aynı gemideyiz. O zaman neyin kavgasını yapıyoruz? Neden sadece birbirimizi korkutmak için her yıl milyarlarca dolar harcıyoruz? Savaşmayacaksak bu kadar çok silaha da ihtiyacımız olmazdı. Savaşacaksak savaşalım, savaşmayacaksak silahlara neden ihtiyacımı var?

İkinci tedbir, temiz bir enerji kaynağı. Eğer silah ya da askeri yatırımlar yerine temiz bir enerji kaynağı için yatırım yapsaydık şimdiye kadar çoktan bu enerji kaynağını elde etmiş olurduk. Neyse, henüz çok geç kalmış sayılmayız. Hidrojen veya güneş enerjisinde son yıllarda önemli gelişmeler var. Yeterli yatırım yapılırsa bu çalışmalardan sonuç alınabileceğini umuyorum.

3.tedbir, eğitim şart! Cem Yılmaz’ın reklamı akıllara geliyor değil mi? Bu da nüfus artış problemi için gerekli. Bu artış hızıyla dünya çok yakında açlık, salgın hastalık ve savaş tehditleri ile karşı karşıya. Üstelik iklim değişiklikleri de dikkate alınırsa bu çok uzak bir gelecek gibi de değil. Eğitimsiz ve vasıfsız, sürü halindeki tehlikeli kalabalıkların ıslah edilmiş, topluma faydalı, eğitimli insan toplulukları haline getirilmesi gerekli. Bunu yapmak belki de yukardakilerden daha zor ve zahmetli. Hem de uzun süreli. Ama bir şekilde yapılması gerekiyor. Yoksa bir süre sonra şehrin küçük bir yerine sıkışıp kalmış elit bir azınlık ve onun etrafında sefalet içerisinde yaşayan milyonlarca insan çok da imkansız görünmüyor. Hindistan’da aslında bunun yaşandığını da biliyoruz, Slamdog Millionare’i hatırlayın.

Tamam. Diyelim ki bu tedbirler alındı, uygulandı. Temiz ve ucuz bir enerji kaynağı, eğitimli, istekli kalifiye büyük ve ucuz bir iş gücü. Sonuç ne olacak. Hadi iyimser tarafından bakalım.

En önemli gelişmeler herhalde sağlık alanında olurdu. Kanser hücrelerini yerinde yok eden güdümlü ilaçlar ya da mikro cerrahi cihazları olurdu mesela. Sonra %100 uyumlu organ nakli mümkün olurdu. Hatta belki klonlanmış organlarla insanlar kendi yedek parçalarını önceden hazırlattırabilirlerdi.

Sağlık açısından yüzyılın hastalığı olabilecek obezite için de bir çare bulunurdu herhalde. Tabii bu insanlığın kültürel tarihini nasıl etkiler bilemiyorum. The Demolition Man filmi aklıma geliyor. Bütün restoranların Pizza Hut olduğu ve sigara, doymuş yağlar, kafein gibi sağlığa zararlı olacak tüm yiyecek-içeceklerin yasaklandığı bir dünya. Tabii cinsel sıvıların transferi de yasak...

Aslında bu Big Brother sendromu mutlaka karşımıza çıkacak ama ne zaman bilemiyorum. Ursula K.Leguin’in Mülksüzler’indeki gibi “anarşi” üzerine bir toplum kurmak George Orwell’in 1984’ün deki gibi “faşizm” üzerine bir toplum kurmaktan daha zor olsa gerek.

Peki teknoloji ne durumda olur 100 yıl sonra dersiniz? Bilimkurgu filmlerini izleyince insanların teknolojik gelişmeleri öngörebilme yeteneklerinin çok zayıf olduğunu anlıyoruz. Alien’daki gibi tüplü ekranlarda dolanan sayılarla çalışan bilgisayar kullanan ama aynı zamanda yıldızlar arası seyahat yapabilen uzay gemileri olduğunu görüyoruz. Ya da Yul Bryner’li Westworld’deki gibi insan görünümlü robotlar yapıp LCD televizyonu icat edemiyoruz. Benim en beğendiğim örnek Tom Cruise’in oynadığı Minority Report. Ama o da sadece mevcut teknolojilerin geliştirilmiş halini gösteriyor. Yani çok da uzak bir gelecek değil aslında. Projeksiyon ekranlar ve veri girişleri teknolojisi ve kişiye yönelik reklam uygulamaları şu anda zaten mevcut. Geleceği görebilen mutantlar elbette filmin kurgu kısmını oluşturuyor.

Benim tahminim yarının dünyasında kişisel bilgisayar kavramının ortadan kalkacağı yönünde. Çünkü bilgisayar ve internet artık her an insanın yanında ve her yerde olacak. Üstelik süper hızlı bağlantı sayesinde pekçok küçük ölçekli bilgisayar yerine birbirine bağlı ortak çalışabilen serverlar daha verimli olacaktır. Bir tür “Cloud” teknolojisi yani. Bunların örneklerini de şu anda yeni yeni görmeye başladık aslında. Ama sanırım sağlıktaki gelişmelerle, biyoteknoloji ve robot bilimlerindeki gelişmeyi de göz önünde bulundurursak Uzay Yolu filmlerinde gördüğümüz yarı insan yarı robot Biyonik insanlar ya da teknoloji ile entegre olmuş insanlar çok uzak değil. Eğer gözünün içine doğrudan bilgileri aktarabileceksen neden ekrana ihtiyaç duyasın? Bunun için gözlükler de yapıldı aslında. Ya da doğrudan bağlantı yapabileceğin her an her yerde yanında bulunan (muhtemelen içinde) bir teknoloji...Yine “Big Brother” ortaya çıkıyor tabii. Herkesin her an her yerde gözetlendiği, ne yaptığı, ne istediği takip edilen ve hatta kontrol edilebilen insanlar topluluğu...Öyle mi olacağız acaba?

Peki arabalar, ulaşım? 100 yıl sonra yıldızlar arası seyahatin gerçek olmasını dilerdim. Ama bence henüz bundan çok uzağız. 100 yıl sonra da yıldızlar arası seyahat hala bilimkurgu olarak kalabilir. Ama temiz enerji kaynakları, gelişen teknoloji, artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayabilmek için kişisel bilgisayarlar gibi kişsel otomobillerin de ortadan kalkacağını düşünüyorum.

Şu anda İstanbulun içerisinde arabayla bir yerden bir yere gitmek işkence olmuşken “140 milyon” nüfusu olan bir şehirde herkesin kendi arabasıyla trafiğe çıkması mümkün olmaz herhalde. Üstelik bunun için Geleceğe Dönüş’teki DeLorean gibi uçan bir arabanız olsa bile. Bence en uygun çözüm şimdiden yaya yoluna çevrilen yollar gibi şehir içinin tamamen yürüyen bantlarla donatılması. Bu benim fikrim değil, Asimov’un kitaplarından bir alıntı. Şafağın Robotları ya da Vakıf Serisinde geçiyor olabilir. Çinliler bunu duraklamadan yolcu indirip bindirilebilen tren projesi olarak hazırlamaya başladılar bile. Temiz ve ucuz enerji ile sürekli çalışan yürüyen merdiven ya da paneller daha akılcı ve ekonomik bir çözüm olabilir.

Ya da artık araba kullanımına gerek duyulmayan şehirler inşaa edebiliriz belki. 140 milyonluk bir şehirde yaşayacak olursak 140 m2’lik bir ev çok büyük bir lüks olacaktır. Hem de hiç ekonomik değil. Japonlar gibi küçük apartman dairelerinde beyaz teknolojik duvarlar geliyor aklıma. TV, bilgisayar, internet hepsi duvarın üstüne yansıyan ya da odanın bir köşesinde 3 boyutlu hologramlar şeklinde olabilir. Bu durumda ihtiyaç duyulan oturulacak bir kaç sandalye, bir yatak ve küçük bir mutfak ve banyo-tuvalet. 5+1 tripleks daireleri unutun!

Peki ya çocuklar? Bu evlerde sanki çocuklara pek yer yok gibi? Ya çocuklar da artık ısmarlama gen havuzundan ya da yapay rahimlerden gelmek zorunda kalırsa? 140 milyonluk şehirlerde yaşayacaksak nüfus kontrolü belki de en büyük problemlerden biri olacak. Ama dua edelimde 30 yaşında herkesin ölmek zorunda olduğu bir çözüm bulunmasın buna. 30 yaşını geçmiş, sosyal açıdan topluma yük oluşturan “yaşlıların” öldürüldüğü bir dünya...Korkutucu değil mi? Bu da yeni bir fikir değil, Logan’s Run filminden. 100 sene sonra eğer hala insanlığı yok etmemiş olursak böyle bir yer olabilir dünya. Çünkü teknoloji ve tıptaki ilerleme sayesinde çok daha uzun süre yaşıyor olacağız.

Uzay yolculuğu olur mu peki? Şu anda da uzay yolculuklarının tek problemi enerji aslında. Küçük ölçekli, yüksek verimli ve tehlikesiz enerji kaynaklarıyla 100 yıl sonra güneş sistemi içerisinde daha fazla seyahat etmemiz mümkün olacaktır. Belki Mars’ta maden ocakları, Ay’da oteller açılır, Total Recall’daki gibi. Şu an bile bunu yapabilecek teknolojiye sahibiz. Küçücük uzay gemilerini uzaya çıkarabilmek için gerekli olan koca koca yakıt tankları olmasaydı bunları çoktan yapmış olurduk.

Biz uzaya çıkarsak uzay bize gelmez mi? Gelir tabii...Uzaylılar da bizim birşeyi başarmamızı bekliyorlar herhalde. Uzay Yolu – First Contact filmindeki gibi. Orada da yıldızlar arası ilk uzay gemisinin yapılması ile zeki uzaylılar insanlarla irtibata geçiyorlardı. Böyle bir eşiği aşarsak onlar da bizimle irtibata geçerler artık. 100 yıl içerisinde bunun olması kesin bence. Eğer uzaylılar UFO’larla sürekli bizi ziyaret edip inceliyorlarsa o aşmamız gereken eşiği 100 yıl içerisinde mutlaka aşarız. Eğer zeki uzaylıların bizden haberi yoksa, yani UFO’lar uzay gemisi değilde sadece yanılsamaysa, biz onları buluncaya kadar bir kaç yüzyıl daha geçmesi gerekecek demektir.

Yüzyıl sonra yıldızlar arası yolculuk olmayacak. Zaman makinesi olmayacak. Ölülerle iletişim kurulamayacak. Tanrı’nın varlığı ispatlanamayacak. Kadın ve erkek arasında anlaşmazlıklar bitmeyecek. Ama bunların dışında değiştirilip düzeltilebilecek, unutup silinebilecek pekçok şey var.Daha güzel günler bizi bekliyor. Olmak zorunda.

Ama neden insan hafızası hep iyi ve güzel olanları eskide buluyor? Neden eskiden aldığımız tadı hiçbir yerde bulamıyoruz. “Bu biz büyüdük ve kirlendi dünya” sözü gibi. Biz büyüdükçe dünya kirleniyor ve kirlendikçe bizim duyularımız köreliyor. O eski tadları bulamıyoruz, hiç bir yerde. O yüzden yeni kan, taze bir soluk bu toplumun, her zaman, ihtiyacı olacak. Yeni, istekli bir genç nesil. Uyuşturulmamış, uyutulmamış, temiz, genç dimağlar hırslarıyla, azimleriyle, istekleriyle, aç gözlülükleriyle ilerleyecek ve daha güzel günleri getirecektir.

Bunun için onlara verilmesi gereken en değerli bilgi öğrenmeyi öğrenmektir. Yani aklını kullanabilmek...

Yaratıcı olmak, deneme yanılma yöntemleri, yılmadan bıkmadan çalışabilmek, gelecekten umutlu olmak, istekli olmak, heyecanını kaybetmemek, şevkini kırmamak, kimseyi incitmemek...Bunlar bu genç dimağlar için gerekli şeyler ve aynı zamanda disiplin, koordinasyon, iş birliği, analiz yeteneği, planlama, matematik gibi çok da hoşa gitmediği halde sahip olunması gereken bilgiler var. Bunlarda bir önceki neslin mirası olmalı.

Yüzyıl sonrasını görmek için yüzyıl öncesine bakalım. Jules Verne’in Aya Seyahat’ine, mesela. Kurgu gerçeğe dönüştüğünde ne kadar farklı olduğuna bakarak şimdi bizim kurguladıklarımızın yüzyıl sonra nasıl gerçeğe dönüşeceğini tahmin edebilirsiniz...

20 Eylül 2010 Pazartesi

eşcinsellik tartışması...

radikal'deki haber...

güzel bir tartışma ortamı başlatmışız, bu hoşuma gitti :)
birincisi; homofobik falan değilim...insanların eşcinsel olmasından ya da bunu yaşamalarıdan rahatsızlık duymuyorum...benim rahatsız olduğum bunun normal birşey olduğunu iddia etmenizdir...eski yorumlarımda da bu tavrımı görebilirsiniz... ben de herkes gibi siz eşcinsellerin temel insan haklarından faydalanmasını isterim...ancak eşcinsellik reklamının yapılmasına her zaman karşı çıkacağım...bu haber bile bir eşcinsellik reklamıdır!...ikincisi; pedofili ve zoofili ile ilgili tanımları veren arkadaşa teşekkür ediyorum...ben de konuyu mağdur olma durumu açısından değerlendirmemiştim...çok haklısınız, mağdurluk ve sapkınlık bu iki durum için daha geçerli...ancak benim dikkat çekmek istediğim noktayı gözden kaçırmışsınız...100 yıl önce "sapkınlık" olarak değerlendirilen, toplum içerisinde ağza bile alınamayan eşcinsellik bugün "normal" karşılanıp "yasal" hale getirilmeye çalışılıyor...yani "bu gelişme hızıyla" 20 yıla kalmaz zoofili ve pedofilinin de "normal" ya da "yasal olması" için çalışmalara başlanacaktır! (yirmi sene sonra mağdurları ortandan kaldıracak bir yöntem bulunu elbet, merak etmeyin)...üçüncüsü; mağdur meselesi...eşcinsel olduğu için, cinsiyet değiştirdiği için, aidsten, uyuşturucudan, tecavüz edilip öldürülen arkadaşlarını gördükten sonra yaptığı tercihlere pişman olan hiçbir eşcinsel ya da "mağdur" olmadığını söyleyebilir misiniz? dördüncüsü; eşcinsellik sürekli medya tarafından normal olarak pompalanmadan önce, yani TV-reklam çağından önce de bu kadar yaygın mıydı? ya da bugün eşcinsel olduğunu söyleyerek gezen herkes eğer çevrelerinden ya da medyadan bunu "normal" olarak algılamayıp kendi isteklerini bu yöne kanalize etmeseydi yine bu tercihleri yapar mıydı? cinsellik o kadar da basit bir konu değil, herkes farklı deneyimler yaşamak isteyebilir...ama bu şekilde destek görmese eşcinsellik nasıl bu kadar yaygınlaşabilirdi ki? belki geçici bir heves farklı bir deneyim olup bitecekti... beşincisi; eşcinsellik tamamen doğaya aykırıdır...gözü dönmüşlük, doğal olana karşı gelmek anlamına geldiğinden dolayı da "sapkınlık"tır...doğru olandan, doğal olandan sapıldığından sapkınlıktır...yani tanımı gereği...yoksa illaki bir mağdur olmasına gerek yok...silkelenin ve kendinize gelin...eşcinsellik sapkınlıktır ve toplumu yiyip bitirecek bir virüstür...insan topluluğunun en küçük birimi aile; kadın-erkek ve çocuklarından oluşur...kadın-kadın-çocuk ya da erkek-erkek-çocuk bu yapıyı tamamen bozabilecek kadar tehlikeli bir yaklaşımdır ve kesinlikle uzak durulmalıdır...boşanmış ailelerin çocuklarında nasıl problemler olduğunu görüyoruz zaten...iki anne ya da iki babayla nasıl bir toplum olur tahmin edebiliyor musunuz? ben tahmin edemediğim için buna karşı çıkıyorum...doğa kanunlarına, dini kurallara, ahlak kurallarına ve yaratılışa ters olduğu için karşı çıkıyorum...sonuncusu; "yav, alan razı satan razı sana n'oluyo..." diyebilirsiniz....(mağdur yok ya, herkes memnun...)eğer insanlar bu tercihlerini sadece yatak odalarında yapsalar ve kendi kendilerine memnun olup ona buna sabahtan akşama, tv ekranlarında bu tercihlerini bağıra bağıra anlatıyor olmasalardı belki bu kadar rahatsız olmazdım...ama ben bunu izlemek istemiyorum...ben bunu bilmek istemiyorum...jim carrey'nin adı nedeniyle "i love you phillip morris" filmini izledim, geçenlerde...sadece eşcinsellik reklamı yapan bir filmdi..."yeni trend yeni pazar...eşcinsel olun bütün ihtiyaçlarınızı bizden alın...ha bu arada dünya batıyor, toplum çöküyor ama olsun...siz keyfinize bakın..." o filmi izleyin o zaman bu "reklam"ların artık ne hale geldiğini göreceksiniz...

8 Eylül 2010 Çarşamba

adam açık açık türk halkının yarısına hakaret ediyor...

cengiz çandar'ın yazısı...

aynı fikirde olmayabilirsiniz belki ama insanlara, hele ki Türkiye'nin yarısına bu şekilde hakaret etme hakkınız yok...

"vicdansız", "ruh sağlığını yitirmiş", "kafası fosilleşmeye başlamış bağnaz" laflarını aynen size iade ediyorum...

sizin yıllardır takip ettiğim radikal gazetesinde alenen türk halkının yarısına bu şekilde hakaret etmenizi kınıyorum...

sırf siz ve sizin gibiler yüzünden vermiş olduğumuz "hayır" mücadelesinde ne kadar haklı olduğumuzu gösterdiğiniz için teşekkürler...işte siz ve sizin gibiler, sizden farklı olan herkesi "vicdansız", "hasta", "ruhsuz", bağnaz" olarak değerlendirebiliyorsunuz..
.akp ve yandaşlarının gerçek yüzü budur işte...

siz ve sizin gibilerin artık kayışını koparmış, kontrolünü tamamen yitirmiş şekilde, gücün verdiği hazla, şuurunu kaybederek, her önünüze gelene yaptığınız bu hayasız saldırıları durdurmak bizim boynumuzun borcudur...

tüm duyarlı radikal okurlarını bu, alenen Türk halkına hakaret eden şahıs radikalde yazmaya devam ettiği sürece gazetelerini satın almamaya davet ediyorum...bu zihniyetin, bu hayasızlığın radikal gazetesinde yeri olmamalıdır...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

evet demek ne demektir?

türker alkan'ın yazısı...

ben hala anayasa değişikliğinin ne getirdiğini anlayabilmiş değilim...çünkü hiçbir yerde bundan bahsedilmiyor...tek söylenen evet dersen darbe olmayacak...

benim evet demekten anladığım ise şu, evet derseniz 82 anayasasının geri kalan kısımlarına da evet demiş oluyorsunuz...anayasanın tamamı değişmiyor ki...

yani evet derseniz darbe anayasasını da onaylamış oluyorsunuz...tıpkı zamanında %92'nin evet dediği gibi...

yorumlarda darbe yapmaya kalkanlar artık yaptıklarının karşılığını görecekler diyorlar...kusura bakmayın ama bundan sonra darbe olursa şimdi var olan anayasanın ya da değiştirilmek istenen yasaların bir geçerliliğinin olacağını sanıyor musunuz?

1980'de anayasa yok muydu? ya da 82'de neden yeni anayasa hazırlandı? evet demenin darbeleri önleyeceği ya da darbeye karşı durmak anlamına geldiğini söylemek komik bir iddiadır...

hayır demekse sadece alenen faşist uygulamalar içerisinde olan akp iktidarının "demokrasi" oyununa karşı durmaktır...hala oynanan bu oyunu insanların görememesi beni çok üzüyor...

haksız yere yapılan tutuklamalar, yasadışı dinlemeler, yargıya basına yapılan baskılar, adam kayırmalar, ihale-kredi yolsuzlukları açıkça faşist uygulamalarken insanlar bunları yapanların demokrat olduklarını ve darbeye karşı durduklarını nasıl düşünebiliyorlar?

bu yapılanların darbeden ne farkı varki? üniforma dışında...

7 Ağustos 2010 Cumartesi

iç düşmanlar...

ismet berkan'ın yazısı...

evet, ordudaki bazıları tarafından içimizdeki bazı kişilerin düşman olarak görülmesi son derece üzücü ama içimizde bu düşmanların var olmadığını söyleyebilir misiniz? en basiti PKK...PKK sadece K.Irak'ta mı? sadece dışarıdan mı besleniyor yoksa içeride de onun amaçlarına hizmet edenler var mı? PKK'yla mücadeleye gelince "bu askerin işi, bu işin kaderi bu" deyip geçiyorsunuz da ordu "başka" iç düşmanlara karşı mücadele ederken bunu neden yadırgıyorsunuz? şöyle denseydi "ordu dış güçlere karşı ülkeyi savunmakla görevlidir. iç düşmanlarla mücadele etmek polisin, jandarmanın, yargının, savcılıkların, hükümetin, sivil iktidarın görevidir" dese birileri anlayacağım...ama yüzyıldır hem bütün düşmanlarla mücadele işini orduya yıkacaksın, kimin düşman kimin dost olduğuna kendi başına karar vermesine izin vereceksin sonra da niye ona düşman diye bakıyorsun diyeceksin...bunlar değil miydi irticanın odağı olan? bunlar değil miydi şeriat getireceğiz diye yeminler eden? bunlar değil mi devletin olanaklarını bazı zümrelere ve cemaatlere peşkeş çeken? bunlar değil mi orduyu halkına düşman göstermek için sahte belgeler uydurup propaganda yapan? bunlar değil mi herkesi baskı altına almak için yasadışı dinlemeler yaptıran? bunlar değil mi muhaliflerini susturmak için her bahane ile astronomik cezalar kesen?...bütün bu yapılanların normal olduğunu söyleyebilir misiniz? eğer hükümet "askere sen işini yap biz de kendi işimizi yaparız" deseydi dedikleriniz doğru olabilirdi...ama yapılanlar "iç düşman aslında askerdir, biz sütten çıkmış AK kaşığız" demektir...askeri vesayetin önünün kesilmeye çalışıldığı söyleniyor... bunun yolu orduyu düşman, hükümeti mağdur göstermek değildir...bunun yolu herkesin görevini doğru tanımlamak ve işinin gereklerini yapmasını sağlamaktır...bunun için orduda değişiklik, profosyonel orduya geçiş gerekiyorsa yapılır...ama "ordu darbe yapacaktı, camileri bombalayacaktı, bizi düşman görüyorlar, bize nanik yaptılar..."demekle vesayeti alamazsınız...çıkın ortaya adam gibi "bu ülkenin, bu rejimin, adaletin, insan haklarının en güçlü savunucusu benim...benim iktidarımda faili meçhul olmayacak, yasadışı dinleme olmayacak, haksız yere hapse atma olmayacak, herkes adil yargılanacak, ihaleler peşkeş çekilmeyecek, kimse oğluna-kızına bedavaya kredi vermeyecek, köyler boşaltılmayacak, terör olmayacak vb." de biz de senin kendi menfaatlerin için değil gerçekten halk için, bu ülke için birşeyler yapmaya çalıştığına inanalım...yoksa bütün yapılanlar rejimi ele geçirme oyununda orduyu-yargıyı-basını ele geçirme ya da etkisiz hale getirme oyununda yapılan büyük hamlelerden daha başka birşey olarak görülmüyor...

12 Haziran 2010 Cumartesi

türban meselesi...

ahmet hakan'ın programında türkiye gazetsi temsilcisi kılıçdaroğlu'na soruyor: "madem her inanca saygılı ve eşit mesafedesiniz ben türbanımla okumak istiyorum diyen insanların derdini çözmek zorundasınız"

bazı şeyleri birbirine karıştırmakta neden ısrar ediliyor?neden elma denip armut isteniyor?

bir inanç sorunu varsa, de ki kardeşim ben şu ibadetimi yapamıyorum ya da de ki ben camiye gidemiyorum, beni camiye almıyorlar, kendi ibadet yerimi açamıyorum...hayır, böyle bir problem yok (ki bana sorarsanız, türkiye inanç açısından dünyanın en özgür ülkesidir)

kimse türban takmayın demiyor, kimse camiye gitmeyin, namaz kılmayın demiyor...

bu inanç meselesi değil, bu eğitim meselesi...bu kural meselesi, bu eşitlik meselesi...bir kural var ve bu kural senin için de geçerli...o halde kurala uyacaksın..."kurallar değiştirilebilir" o zaman kuralı değiştirelim...yazalım, isteyen istediği kıyafetle gelebilir...yani birisi derse mayoyla girerse de normal, türbanla girerse de...ya, biri benim inancım gereği çıplak olmam gerekiyor derse...peki bir gün aşırı bir meksikalı, filipinli sırtında koca bir haçla okula gelirse...adamın inancı böyle...

ee, sonra okulda eğitim mi yapacağız yoksa inançları mı yarıştıracağız...sonra promosyona da geçer bunlar...2 rekat namaz kılana 100 dolar...3 günah çıkarana 200 dolar falan...

inanç meselesi demek yanlış bir kere...ne yani senin inancın benim inancım meselesi mi var burada...ben inançsızım mı demek istiyorsun bana...ne yani sen türban takınca daha inançlı oluyorsunda ben takmayınca inançsız mı oluyorum...

madem örtünmek bu kadar gerekli, inanç gereği, o türbana çok meraklı erkekler kendileri niye takmıyor türbanı...erkek türbanları da var...kavuk gibi, hintlilerin taktıkları türbanlar gibi...onlar da taksınlar...sünnettir, cübbe de giysinler, sakal da bıraksınlar...onalra gerek yok kadınlar taksınlar örtünsünler yeter...işlerine öyle geliyor çünkü...bütün günahların kaynağı kadınlar olduğu için onu örtmeye uğraşıyorlar...

kadınları örtmekle problem çözülmüyor bir kere...çarşafın içindeki kadının gözlerini görüp tahrik olan adamlar var bu ülkede...hem çarşaf bile rüzgarla yağmurla çok feci sonuçlar verebiliyor...bence erkekleri kör edelim, böylece kadınları giydirmek derdinden de kutuluruz...yok rüzgar esti açıldı, yok kenarından saçının teli göründü derdi de kalmaz...kökten çözüm...

neden kadın olarak yaratıldılar diye onlar örtünmek zorunda ki...yanlışınız var, erkek olarak yaratıldıklarından erkeklerin gözlerini kapamaları gerekiyor...kapamayanın gözlerini dağlayalım olsun bitsin...yok gördüm tahrik oldum, yok abdestim bozuldu...böyle oldu mu dert tasa kalmaz...vay, yan baktın; vay, benim karıda gözün var derdi de kalmaz böylelikle...bu nasıl bir çözüm?...

şunu söylemeye çalışıyorum, mesele inanç meselesi değildir...bir türbanla inançlı olunamayacağı gibi bir türbnala inançsız da olunamaz...derdi okumak olan insan hem inancının gereğini hem okulunun gereğini de yapmanın yolunu bulur...bunu yapanlar da var...

mesele ayrıcalık almaktır...mesele kendi kuralı koymak isteğidir...eski düzeni-kuralları yıkmak kendi düzenini-kuralını koymaktır...işin özü budur...

hemen birileri, çoğunlukla liberal takımı, efendim kılık kıyafetin ne önemi var, ne takıyorsunuz bunu bu kadar diyorlar...ben de aynı şeyi söylüyorum...mesele, "kılık kıyafetin ne önemi var canım" meselesiyse giymeyin efendim...şunun şurasında kılık kıyafetin ne önemi var..bir iki kumaş parçası...

türban türkiyede bir maşa olarak kullanılıyor, bir zihniyetin başka bir zihniyeti alt etme çabasında kullanılan bir maşadır, bir silahtır türban...ve inandığını sanan pek çok genç kız ve insanımız kullanılmaktadır...

insanlar okumak istiyorlarsa okusunlar...camiye gitmek istiyorlarsa da camiye gitsinler...ama ben camide tıp eğitimi almak istiyorum demekle ben türbanla okumak istiyorum demek arasında da pek fark göremiyorum...

ben opera izlemek istiyorum, ama bana müsade etmiyorlar...ee, mayoyla-şambrelle opera salonuna gelirsen seni içeri almazlar...bu işin bazı kuralları var...kafanda 2 metrelik bir şapkayla salona girersen de olmaz...sen kendine neden sana ayrıcalık yapılması gerektiğini düşünüyorsun..."benim inancım böyle"...

mesele de burada belki...senin inancın 1970'de başladı, farkında mısın? neden 1970'den önce türban diye birşey yoktu? neden anneannelerimiz, babaannelerimiz türban takmıyordu? neden türk geleneğindeki başörtüsü sizin inancınız gereği türban oldu?

işte başbakanın meşhur sözüne geliyoruz burada..."velev ki semboldür"...

türban bir semboldür ve laik demokratik türk cumhuriyetinin temel taşlarına yapılan saldırının bayrağı olarak kullanılmaktadır...bu kadar açık...

7 Haziran 2010 Pazartesi

sayın başbakan internet gazetelerindeki yorumlardan yakınıyor...

ilgili haber...

sorsan kendisi en demokratik lider ama işte böyle kimse birşey yazmasın istiyor...hemen kalıplara da koymuş, üniversite gençliği, belirli zümreler diye...açıp baksın facebookta herkesin yaşı,başı,eğitimi belli...hangi partinin, hangi görüşün insanları, neler yazıyor...ama başbakana sorarsanız onun sözünü dinlemeyen, ona muhalefet eden belirli bir kesimin susturulmasından ve boyun eğmesinden başka birşey istemiyor...sadece kendisi konuşsun, sadece onun fikirleri onaylansın, kimse karşı çıkmasın, kimse farklı birşey istemesin istiyor...ee, nerede kaldı o zaman demokrasi, çok seslilik, özgürlük? hakaretler vs.her tarafı sarmış durumda ama bunun sebebi birilerinin sayın başbakana hakaret etme isteği değil ülkenin genel eğitim, kültür ve terbiye seviyesi (ya da seviyesizliği)...sadece farklı gazetelerin yorumlarını okuyarak bile okuyucu tiplerindeki değişimi-dağılımı-seviyeyi rahatlıkla görebilirsiniz... sayın başbakan bundan rahatsızmış gibi bahsediyor ama asıl istediği ve yapmaya çalıştığı türkiye bu...sadece kendisine karşı olanlardan rahatsızlık duyuyor...yoksa kendi görüşünde olanların istedikleri gibi hakaret etme, iftira atma, iddia uydurmalarından son derece memnun görünüyor...

1 Haziran 2010 Salı

gazze'ye yardım gemilerine yapılan saldırı...

israilin hatalarından herkes bahsediyor...peki türk gemilerinde yapılan hatalar... bence işin bu noktaya gelmesinde türk gemilerinde yapılan hatalarında etkisi var...israilin hareketini mazur görmek için söylemiyorum, bu ölümler bir vahşettir ve o insanlara yazık olmuştur...ama söylemek istediğim barışçıl amaçlarla gidenlerin bunun için yeterli çaba gösterip göstermediği... mesela gemiye atlayan askerlerin üstüne gitmeye, silahlarını alıp karşılık vermeye gerek var mıydı? aklıma adını hatırlayamadığım eski bir film geliyor, silahların namlusuna çiçekler koyuyordu barış güçleri...bence burada hata yapıldı...israil bir düşman olarak görüldü, gemidekilerin tek düşüncesi cani israilin zalim kuşatmasını kırmaktı...gazzenin fethi için gidiliyordu sanki....neyse olan oldu...benim şimdi aklımda buna verilebilecek en iyi tepki ne olabilir, o var...savaş açacak halimiz yok...donanmayı gönderip taciz de edemeyiz...bana sorarsanız yapılabilecek tek şey var...bunun gibi bir filo daha oluşturmak, hatta daha fazlasını...içine bu sefer daha fazla insan doldurmak lazım...üstlerine de ihram giymeliler, kefenimizi aldık geldik diye bütün dünyaya reklam edilmeli çünkü...sıkıysa israil bir daha saldırsın...israil sularına yaklaşılınca da israil gemilerine çiçekler atılsın, askerler müdahale ederse de sadece çiçekle karşılık verilsin...silahlar, sopalar konuşmasın...belki onlar da o zaman insafa gelirler...ben şunu gördüm tüm hayatımda, saldırgan birine saldırgan tavır gösterirsen mutlaka kavga çıkar...ama saldırgan birine tam tersi şekilde tamamen sakin davranırsan ilk önce büyük bir şaşkınlık yaşar ondan sonra da istediğin gibi onu yönlendirebilirsin...israil hiçbir zaman düzelecek gibi görünmüyor ama belki böyle yapılsaydı, daha sakin bir yaklaşımla, oraya gazzeyi fethetmeye değilde gazzeye teslim olmaya gidilseydi belki yardımlar yerine ulaşabilirdi diye düşünüyorum...

28 Mayıs 2010 Cuma

kitap okumayı sevenler klubü yazıları...

evet biraz üzücü bir durum aslında...kitap okumayı sevenler diye bir tabir kullanılması...kanarya sevenler falan der gibi...ama az bulunan birşey olduğundan belki de böyle denmesi doğru olabilir...

benim en başta, en sinir olduğum düşünce tarzlarından bazılarını gördüm yukarıda... roman insana hiç birşey vermez...kitap demek ansiklopedi, ders kitabı, kendini geliştirme, siyaset, tarih falandır demiş bir arkadaş. hikaye-roman-öykü-şiir bunlar fasa fisodur demiş galiba.(aslında yazılanları çok da iyi okumadım ama genel olarak çevremde bu tip insanlarla çok karşılaştığım için biraz doluyum. o yüzden acilen birşeyler yazma ihtiyacı duydum.bu konu üzerinde nacizane biraz kafa patlatmışlığımız var)

ben en güzel cümlelerimi hep en uzun romanları en hararetli okuduğum günlerde kurdum. ben en güzel şiirlerimi hep en acılı, en aşık, en çaresiz olduğum günlerde yazdım. ve en güzel düşüncelerime de hep en daraldığım en sıkıldığım zamanlarda ulaştım.

kitap okuyan arkadaşlarla okumayan arkadaşların farkları siteyi bir gezin hemen gözünüze çarpacak. birisi bir paylaşıma cevap yazmış "yorum yapmadan geçemeyeceğim, teşekkürler" diye...yukarıda yazılanlara bakın, 2 cümle bile olsa bir paragraf olduğunu hissettiriyor...

sadece televizyonla olgunlaşmış bir zihniyet bir tek teşekkürler demeyi yorum yapmak zannedebiliyor. işte okuma farkını burada ortaya çıkıyor bence. okuyan insan bütün herşeyiyle olayı mekanı söylenenleri hikayenin içerisinde geçtiği dünyayı duyguları vs. herşeyiyle zihninde canlandırmak zorundadır. oysa görüntü olarak takip edilen bir hikayede (Tv, film vs.) bütün bunların %90’ı görüntüye dönüştürülmüş hazır bilgilerdir. oysa kitapla, okuyarak bu bilgileri aldığınızda onları anlaşılır hale getirebilmek için beyniniz ister istemez bütün bu bilgiyi kendi duyu organlarıyla algılayabileceği şekilde simule edecektir. yani ses, görüntü, koku, tat ve dokunma gibi...işte fark budur...okumakla izlemek arasında beyin bilgisayarın işlemcisi gibi bilgileri dönüştürür...öbüründe ise beyin sadece hazır olarak gelen ses-görüntü vs.yi depolamak için tıpkı cd-yazıcı gibi bir yerlere atar ve 15-20 dakika sonra düşünseniz doğru dürüst bir şey hatırlamaz bile...

okumak herşeyden önce beynin jimnastiğidir, asıl jimnastiktir. matematik falan farklı yönden çalıştırır beyni...okumak çok daha farklı bir biçimde...işte o yüzden okuduğunuz şeyin ne olduğunun çok da önemi yoktur. önemli olan ne kadar iyi yazıldığıdır, sizi ne kadar kendine çekebildiğidir. O yüzden iyi yazılmış, emek harcanmış, iyi niyetli herşey okunmalıdır. (Ama bu belgesel niteliğinde ya da kendini geliştir hafızan hızlansın veya siyasi görüşünü güçlendir, ekonomiyi kurtar, kuantum fiziğini yut! Falan tarzı birşey bir insanı ne kadar kendine çekebilir ve ne kadar beyin jimnastiği yaptırır bunu pek kestiremiyorum)

okudukça beyninizin ne kadar çok çalıştığını hissedeceksiniz… ve daha çok okudukça beyninizin daha çok ve daha hızlı ve daha iyi çalıştığını da hissedeceksiniz…

Allah’ın ilk emri, Oku’dur. O yüzden herşey okunmalıdır. Var olan herşey. Her kitap…sizin görüşünüzle uyuşmasa bile, sevmediğiniz bir adam yazmış olsa bile, hatta hakaret içeriyor olsa bile…iyinin kıymetini bilmek için kötüyü tanımak gerekir. Ve kendi sevdiklerimizi koruyabilmek için anti-tezleri, düşmanlarımızı ya da bize hakaret edenleri de bilmek gerekir…Kiöileri şöyle anlamlar çıkartır kendince: ermeni soykırımı vs.den bahseden bir romanı okuduğunuzda türklükten çıkarsınız ya da islamı yeren bir kitap okuduğunuzda cehennemde yanarsınız…(gülünç! çok şükür bir kitapla, 2-3 kelimeyle bütün hayatını hiçe sayıp ermenilerin ya da hristiyanların bir yerlerini yalayacak kadar iradesiz bir insanlar değiliz hiçbirimiz. Ya da amaç bu seviyede cahil-cühela takımını eğiterek ortadan kaldırmak olmalıdır. Yoksa yasaklamak, hapse atmak ya da öldürmek olmamalıdır en azından)

Velhasıl kelam, gayet derin bir konuda böyle bir noktaya parmak bastığı için konuyu açan arkadaşa teşekkür ediyorum. Allah’ın ilk emrini hiçbir zaman unutmadan, vakit bulamıyorum, olmuyor, aman şunun şurasında bir aşk romanı, çizgiroman, mizah dergisi, gazete falan demeden her zaman her yerde her şey-her kitap okunmalıdır diyorum.

Son olarak şunu söyleyeyim eski Rus cumhuriyetlerinden birinde metroya bindim; saat 23.00, vagonda 10-15 kişi var. Elinde okuyacak birşeyi olmayan benden başka sadece 1 (bir ) kişi vardı. Herkesin elinde gazete, dergi, kitap, e-book mutlaka birşeyler vardı. Birgün böyle görüntülerle bizim otobüslerimizde de karşılaşılabilmesini dilerim. En azından elinde çekirdek, kabuklarını yerlere tükürürken kim ne yapıyor, kimin karısı kızı geçiyor, diye sağa sola bakınan insanlar olacağına, bir iki kitap okuyup kelime hazinesini geliştirmeye çalışan, derdimi anlatabilecek cümleleri nasıl daha rahat kurabilirim azmiyle zihnini çalıştırmaya uğraşan insanlar olsun. “şeyi şey olmuş da onu şeyettiydim” diye ya da “ben de arkadaşa aynen katılıyorum, bunun üstüne ben ne desem boş” falan gibi cümleler kurmasın artık insanlarımız.

Neyse konu dağılıyor gene…kendinize iyi bakın…

27 Mayıs 2010 Perşembe

derin darbe: 27 mayıs ve düşündürdükleri...

bir kere "devrim mi, darbe mi" sorusunun bazıları tarafından hatırlanması güzel...işte bu sebeple, "bütün darbeleri lanetliyorum...darbelerin allah belasını versin!" gibi bir söylem bu soruda tıkanacaktır...her darbenin kötü olduğunu söyleyemezsiniz...yine de her bir darbenin ayrıca değerlendirmesi yapılabilir, türkiyede yapılan bütün darbeler kötüdür de denebilir...ama gelmiş ve gelecek bütün darbeler kötüdür demek bence peşin hükümlülüktür, ön yargılıdır, bağnazlıktır...darbelerle ilgili en vahim şey, bence, türkiyenin darbe dışında bir "demokrasi" geleneği(!) geliştirememiş olmasıdır...özellikle 80 sonrası apolitize edilen, örgütlenemeyen, eğitil(e)meyen kalabalıklar sürü haline getirilmiş ve şimdi millet egemenliği adı altında "hadi sandığa gidelim.halka soralım.millet iradesidir..." denilerek karar mercii gibi gösteriliyor...pardon ama, hayatı boyunca sadece 2 kitap okumuş ya da okumamış; bilim-kültür-siyaset-dünya görüşü sadece Sabah Şekerleri ya da Çarkıfelek'ten ibaret olan; hiç bir partiye, derneğe, sendikaya üye olmamış; tek amacı akşam bir tas sıcak çorba ve televizyon karşısında rahat bir koltuk-bir avuç kuruyemiş olan kalabalıklar neyi seçebilir, neyi düzeltebilir, neyi ilerletebilir...toplum değil sadece sürü olabilen bir topluluk darbe dışında ne çözüm getirebilir ki...ordu türkiyede büyük bir güçtür ve daha uzun bir süre bir seçenek olarak durmaya devam edecektir...ne zamanki demokrasi mekanizmaları, lider sultasından, tek adam iktidarlarından vaz geçip kendi içerisinde yeni filizlerin oluşmasına, yeni seçeneklerin ortaya çıkmasına izin verirler, o zaman birşeyler değişebilir...avrupaya bakıyorum, bütün partiler 2 seçimde bir lider değiştiriyor, temel aynı kalıyor ama yöntemler-işleyiş değişiyor ve bir gelişme ortaya çıkıyor...bizde ise girdiğin bütün seçimleri kaybetsen de 20 sene lider kalabiliyorsun, 50 sene siyaset yapabiliyorsun: genel başkanım yaptıysa doğrudur, başbakanım her zaman haklıdır, cumhurbaşkanım hiç hata yapmaz, sayın bakanın istifasına ne gerek var canım! bu işin kaderi böyle!... darbeleri kötülemek-lanetlemek yerine birşeyler yapalım...orduyu günah keçisi ilan ettiler, sanki başımıza gelenlerin tek sorumlusu ordu...biz ne yaptık, biz ne yapıyoruz...halk destek vermese, karşı çıksa darbe olur mu? millet örgütlense, çözüm üretse, değişim için devleti, iktidarı zorlasa problemler bu noktaya gelir mi? çözümsüzlükler, sonuçsuzluklar bu kadar artar mı?...neyse, bence daha çok düşünmek ve tartışmak lazım bu konuları...

10 Mart 2010 Çarşamba

dün bir haber izledim...

...ve eşcinsellik üzerine biraz düşündüm...

haberlerde amerikanın bir eyaletinde yapılan ilk eşcinsel evliliğini gösterdi...orada iki kadın evleniyordu, ama görünen erkek gibi giyinmiş bir kadınla başka bir kadının evliliğiydi...yani aslında bahsedildiği gibi iki kadın değil kendini erkek sanan bir kadınla başka bir kadın evleniyordu...

kendini erkek sanan kadın da kendi fikrince istediği beğendiği elbiseleri giymiş yani bir erkeği taklit etmişti...bu beni düşündürdü (yani iki kadın evleniyorsa iki gelinlik olması gerekmez mi?)...

ben doğanın kadın ve erkek olarak insanları farklılaştırdığını ve bunun da doğanın bir gereği olduğunu düşünüyorum...evlenen ve göz önünde bulunan pekçok gay çiftte de gördüğümüz gibi bu insanlar kendileri de aynı farklılığın olması gerektiğini düşünüyor olmalılar ki kıyafetleriyle tavırlarıyla farklı rollere bürünüyor ve doğanın kendilerine vermediği özellikleri en azından görüntüde kazanmaya çalışıyorlar...

yani aslında iş "eş"cinsellikten çıkıp "rol yapma"cinselliğine dönüşüyor...kadın olduğunu sanan bir erkek başka bir erkekle ilgilenirken erkek olduğunu sanan bir kadın başka bir kadına ilgi duyuyor...yani burada hastalık denmesinde biraz doğruluk payı var gibi...

evet, işin ayrıntısını tıp dünyasına bırakmak daha doğru olur ama ben erkek gibi görünüp erkeklere ilgi duyan erkeklere ya da kadın gibi görünüp kadınlara ilgi duyan kadınlara çok rastlamadığımızı hatırlatmak isterim...

bu arada asıl belirtmek istediğim konu da eşcinselliğin "normal" olmadığı...bunun "normal" olarak kabul edilmesi ve toplumun buna zorlanmasından ya da zorla ikna edilmesinden ya da sürekli medyada bu tip ilişkiler normalleştirilerek toplumun buna alıştırılmasını son derece sakıncalı buluyorum...

ben insanların yatak odasına karışılması taraftarı da değilim...o zaman kimse de bana yatak odasında neler yaptığını açık açık ifade etmesin...

kişinin eşcinselliğini vurgulaması bir bakıma yatak odasını sergilenmesi anlamına gelir, bence...

o yüzden; eşcinselliğin hastalık olduğunu söylemek mi tercihlere müdahale etmek anlamına gelir yoksa eşcinselliğin "normal" olduğunu söylemek mi?

bence bu konuda daha derin düşünülmesi gerekli...

ilgili habere buradan ulaşabilirsiniz...

1 Mart 2010 Pazartesi

ahlak ve aldatma uzerine...

haberin tamamina buradan ulasabilirsiniz...

ahlak tamamen soyut bir kavramdir...ve ust seviyelere ulasabilmek icin de yuksek zekaya ihtiyac duyar...yani ese verilen sozun bozulmasinin alinacak zevke ustun gelebilmesi icin bunlari dogru sekilde degerlendirebilecek bir zeka gerekir...bazen insani hayvandan ayiran nedir diye sorarlar...bence onemli farklardan biri de tamamen soyut olan ahlak kavramini gelistirebilmis ve bunu nesilden nesile aktarabilmis olmasidir...bizi esi aldatmaktan veya bir cocukla cinsel iliskiye girmekten ya da bir insani oldurmekten alikoyan sadece ve sadece "ayni" ahlak kurallaridir...adam oldurmeyi ahlaksizlik olarak algilayabilen zeka esini aldatmayi normal karsilayabiliyorsa bunda "biraz" zekanin etkisi var demektir...

25 Şubat 2010 Perşembe

adalet bakanının bağımsız yargı anlayışı üzerine...

işte akp hükümetinin adalet ve yargı anlayışı, işte akp'nin gerçek yüzü...

haberin tamamına buradan ulaşabilirsiniz...

ben hep maskenin altındaki gerçek yüzleri olarak düşünmüştüm bunu...

dilin altındaki bakla arkadaşlar arasında yakın çevre için kullanılan bir deyiş...şapka düştü kel göründü ise bir ayıbın ortaya çıkması gibi bir durum...maskenin altındaki gerçek yüzlerini ortaya koyuyorlar dersek daha doğru olur, sanırım...

çünkü maske olarak takılan demokrasi, özgürlük, barış, halkın seçimi vb.sözleridir...

oysa bunun en başından beri böyle olmadığını; söylenen sözlerin iktidarı ve gücü ele geçirebilmek için takılmış bir maske olduğunu biliyorduk... ben bugüne kadar akp yöneticilerinin hiçbirinin sözlerinde ve tavırlarında o samimiyeti göremedim...

tıpkı başbakanın yazılı metinlerinde devlet adamı ağzıyla konuşup sokakta ya da akıldan konuştuğunda kasımpaşa ağzıyla konuşması gibi...

tıpkı duygu adamı görünümündeki başbakan yardımcısının meclis başkanının odasını basıp ağzına geleni söylemesi gibi...

analar ağlamasın deyip ananı da al git demeleri gibi...

demokrasi-özgürlük deyip medyaya yazmayın-bunları okumayın demeleri gibi...

bugüne kadar siz fişlediniz şimdi biz sizi fişleyeceğiz demeleri gibi...

ve en önemlisi en başından beri, laik düzene, atatürke, cumhuriyete, avrupa birliğine, demokrasiye ilk günden beri karşı olduklarını söylediklerini unutup iktidara geleceklerini anladıkları anda biz artık o defterleri kapattık dediklerinde samimi olmadıkları gibi...

şeyhlerinin şıhlarının dizinin dibinde oturup el etek öpenler bugün hergün televizyonda 1000 kere de biz laikiz, demokratiğiz, özgürlükçüyüz deseler de samimi olamazlar...

maskenin arkasındaki gerçek yüzlerini ara sıra farkına varmadan göstermeye devam edeceklerdir...

yalnız yandaş ve tetikçi medya tarafından gözü boyanan halk kitlesi bu gerçeği ne zaman görecektir meçhul...

24 Şubat 2010 Çarşamba

balyoz ve darbe üstüne...

bu kadar delil dediğiniz şeyler ne kadar inandırıcı...

koca ordu 2003 yılında darbe yapmaya kalkışıyor, 2010'da ortada hala bir darbe yok, neredeyse bütün adı geçen adamlar emekli olmuş siz bunun bir darbe olduğuna inanmamızı mı istiyorsunuz...

delil dediğiniz şeyler de gizli bir tanık, meçhul bir günlük ve sağda solda gömülü birkaç silah (elinin altında 500bin silahlı asker varken neden silah gömer bu generaller?)...

şöyle birşey, ben bir günlük yazıyorum: "demir bana ahmeti öldüreceğini söyledi..." sonra gizli bir tanık çıkıyor, "demir'in gözleri yerinden çıkacak gibiydi, ahmeti sanki bir kaşık suda boğabilirdi..." bir de senin evde bir bıçak bulunuyor, yatağın altında...sonra bir ses kaydı "ulan bu ahmet çok şöyle böyle bir adam..." dediğin...ve bu delillere dayanarak senin cinayet suçuyla müebbet hapse mahkum edilmen gerekiyor...

bu mudur adalet? bu mudur inandırıcı deliller...

kaldı ki bütün bu delilleri sunan adamların hepsinin seninle problemi var, senden bir kuyruk acıları var...intikam almak istiyorlar...

bana bunlar delilden çok düzmece gibi geliyor...hele hele söyleyenler bu kadar samimiyetsizken...

gerçek yüzlerini dün gördük manşetlerde..."kim kimi fişliyor, kimin kanı bozuk" laflarıyla ortaya çıktılar...

onların demokrasileri, adaletleri sadece kendilerine yontuyor...

19 Şubat 2010 Cuma

yök canım! daha neler...

haberin tamamı burada...

işte türkiyenin sorunlarını çözen bürokrasi...işte akp'nin istediği devlet yapılanması ve çalışma biçimi...görüyor musunuz, 2 yıldır canla başla türkiyenin problemini çözmeye çalışıyorlar...sabah akşam bunu düşünüyorlar zaten..."3'le çarpalım...sonra 7'ye bölelim...2 ekleylim...6 çıkartalım...çıkan rakamın karesini alıp kotanjantını bulalım...x sonsuza giderken ortaöğretim puanı katsayısının limiti o zaman belki istediğimiz gibi çıkar...EVVET!" aferin, devam edin beyler-bayanlar... bu ülkede yüksek öğrenimin, ilk ve orta öğrenimin tek derdi katsayı zaten...80 kişilik sınıflar, asistanı ya da profesörü olmayan üniversiteler, 1950'den kalma mikroskoplar, yurt bulamayan üniversiteliler, diplomalı işsizler Turks and Caicos Adalarında...

4 Şubat 2010 Perşembe

türban meselesi yine alevleniyor...

nuray mert'in yazısı...

darbe mevzusu kapanıyor anlaşılan...çünkü sayın başbakan gördü ki 2003 ten beri 20'ye yakın (!) darbe (!?) atlatan mazlum! akp hükümeti söylemi artık geri tepmeye başlıyor; biraz da türbandan yüklenelim diyorlar...neyse, konu bu değil...nuray hanım'ın haklı olduğu noktalar var...bir insanın giyimi nedeniyle bir yere alınmaması gerçekten yaralayıcı olabilir... (mesela, mayoyla cumhurbaşkanlığındaki davete katılmak istesem, nasıl olur?) ancak ben ordunun bu uygulamasının sadece türban için geçerli olduğunu sanmıyorum...çok iyi hatırlıyorum, yedek subay olan arkadaşımla orduevinde bir davete katılmak için "keçi" sakalımı kesmek zorunda kalmıştım...ve bir ara, "kot pantolonla gelirseniz içeri alınmazsınız" diyorlardı, yanılmıyorsam...demek istediğim, bu emine hanıma yapılan bir hareket değil, kaldı ki başörtüsüyle (sadece bağlama şeklini değiştiriyorsunuz) içeri girebilirdi... bu da bence sorulması gereken bir soru: eğer sadece bağlama şekli bu problemi çözebilecekse neden "mağdur olduğunu söyleyen insanlar" kendi bağlama şeklinde bu kadar diretiyorlar? mevzu yine başbakana uzanıyor..."velev ki semboldür"... benim düşüncem; türban çarşafın modaya-dönemine uydurulmuş halidir...ve sadece "belli bir düşünce"nin sembolü olduğundan takılmaktadır, inanç nedeniyle değil...inanç saçların, vücudun örtülmesini söylüyor...başörtüsünü alttan bağlayınca da saçlar gerektiği gibi kapatılmaktadır...o zaman, sorun ne? sorun, yine akp mazlum, yine başbakan mağdur, yine halkım bana sahip çıksın, oylarını bana versin politikasıdır... sorun, inancın ve inanan insanların bu oyunlara alet edilmesidir... sorun, her yerde ve her zaman benim borum ötecek düşüncesiyle devletin idare edilebileceğini, "demokrasi-demokrasi" dedikçe de demokrat olunacağını sanmaktır..."yasakları kaldırmak demokrasi getirmez, anarşi getirir!" demokrasilerde, yasaları ve yasakları doğru düzenlemek gerekir...ordunun kendi içinde böyle bir kıyafet yönetmeliği yapma hakkı var mı, bunu konuşalım...bakın, fransa çarşafı tartışıyor..."çarşaf giymek insanların demokratik hakkıdır", diyebilir misiniz? peki çıplak gezmek de insanların demokratik hakkı mıdır? ya da afrika kabilesi gibi sadece "küçük bey"in kafasına bir külah takıp sokağa çıkmak? yani mesele öyle "inanç meselesi" ya da "kıyafet seçimi" falan değil...türkiye'de hakim zihniyetin değiştirilmesi kavgasında açılmış cephelerden biridir, türban...ve altı kaval üstü şişhane giyinen genç kızları gördükçe büyük çoğunluğun da sadece zorunluluktan, aile-çevre baskısı nedeniyle "türban" kullandığına daha fazla ikna olmaktayım...

26 Ocak 2010 Salı

balyoz...

balyoz planları şu şekilde başlıyor yanılmıyorsam..."hükümetin izlediği politikalardan kuvvet bulan irticai oluşumlar..."

yani hükümetin bilerek ve isteyerek yasadışı bazı grupların ülkeyi karanlık bir geleceğe sürüklemesine göz yumması durumunda neler yapılabileceğine dönük bir senaryodur...

yani silahlı, sakallı bazı adamlar sokağa iniyor; başı açık kadınları saçlarından sürüklüyor ve dövüyorlar...sakal boyu 5 santimin altında olan erkeleri ve cumaya gitmeyenleri de kurşuna diziyorlar...hükümette bunları onaylıyor "gençler kendi aralarında biraz atışmışlar, olur böyle şeyler" falan diyor...

şimdi böyle bir durumda sizin ordudan beklentiniz nedir?

sn.başbakanın bir lafı vardı "bunlar niyet okuyorlar" diye..."uçak düşürecektiniz, bomba koyacaktınız, darbe yapacaktınız" derseniz bu niyet okumaya girer...

ilk önce şu irticai gruplar bir ortaya çıksın, ordu bir müdahale etsin de ondan sonra darbe yapacaktınız diye tartışalım...

sağolsun kimse de çıkıp orduya "biz ülkeyi bu duruma getirmeyiz, biz bu ülkenin geleceğini sizden çok düşünüyoruz, bu ülkeyi sizden çok seviyoruz" demiyor...sanki hepsi yarın ülkede terör estirmeye hazırlar ama ordu darbe yaparsa diye çekiniyorlar...

eğer senaryo üzerinden tartışılacaksa önce bunları tartışalım...

12 Ocak 2010 Salı

baydemir'in konuşması ve siyaset anlayışı...

hakkı devrim diyarbakır belediye başkanı hakkında güzel bir yazı yazmış...hatırlarsınız meşhur küfürlü basın toplantısı hakkında...

yazının tamamına buradan ulaşabilirsiniz...

bunlarda benim eklemek istediklerim...

bir belediye başkanı ağzını doldura doldura tüm kameralara dönüp küfür edemez...hiçbir vasfı-sıfatı olmasaydı belki çaresizliğinden yapmıştır diye mazur görülebilirdi ama halk seni seçmiş, sana bir ünvan-mevki verilmiş, sen tutup küfür ediyorsun ve bununla da övünüyorsun...o zaman senin gibi düşünmeyen herkes sana aynen o küfürleri edebilir demek ki...çünkü senin siyaset-hizmet anlayışın bu...sen diyarbakırlılara o lafları söyleyerek "hizmet" ediyorsun demek ki...bakın hala daha ne yapacaklarını ne yapmaları gerektiğini bilemiyorlar...tek bildikleri terör ve kışkırtmak...özür dileme büyüklüğünü-onurunu dahi gösteremiyorlar...hala pişkin pişkin haklı olduklarını savunuyorlar...bu zihniyet hiçbir sorunu çözemez, hiçbir açılım yapamaz..."küfür açılımı" son noktadır...