28 Mayıs 2010 Cuma

kitap okumayı sevenler klubü yazıları...

evet biraz üzücü bir durum aslında...kitap okumayı sevenler diye bir tabir kullanılması...kanarya sevenler falan der gibi...ama az bulunan birşey olduğundan belki de böyle denmesi doğru olabilir...

benim en başta, en sinir olduğum düşünce tarzlarından bazılarını gördüm yukarıda... roman insana hiç birşey vermez...kitap demek ansiklopedi, ders kitabı, kendini geliştirme, siyaset, tarih falandır demiş bir arkadaş. hikaye-roman-öykü-şiir bunlar fasa fisodur demiş galiba.(aslında yazılanları çok da iyi okumadım ama genel olarak çevremde bu tip insanlarla çok karşılaştığım için biraz doluyum. o yüzden acilen birşeyler yazma ihtiyacı duydum.bu konu üzerinde nacizane biraz kafa patlatmışlığımız var)

ben en güzel cümlelerimi hep en uzun romanları en hararetli okuduğum günlerde kurdum. ben en güzel şiirlerimi hep en acılı, en aşık, en çaresiz olduğum günlerde yazdım. ve en güzel düşüncelerime de hep en daraldığım en sıkıldığım zamanlarda ulaştım.

kitap okuyan arkadaşlarla okumayan arkadaşların farkları siteyi bir gezin hemen gözünüze çarpacak. birisi bir paylaşıma cevap yazmış "yorum yapmadan geçemeyeceğim, teşekkürler" diye...yukarıda yazılanlara bakın, 2 cümle bile olsa bir paragraf olduğunu hissettiriyor...

sadece televizyonla olgunlaşmış bir zihniyet bir tek teşekkürler demeyi yorum yapmak zannedebiliyor. işte okuma farkını burada ortaya çıkıyor bence. okuyan insan bütün herşeyiyle olayı mekanı söylenenleri hikayenin içerisinde geçtiği dünyayı duyguları vs. herşeyiyle zihninde canlandırmak zorundadır. oysa görüntü olarak takip edilen bir hikayede (Tv, film vs.) bütün bunların %90’ı görüntüye dönüştürülmüş hazır bilgilerdir. oysa kitapla, okuyarak bu bilgileri aldığınızda onları anlaşılır hale getirebilmek için beyniniz ister istemez bütün bu bilgiyi kendi duyu organlarıyla algılayabileceği şekilde simule edecektir. yani ses, görüntü, koku, tat ve dokunma gibi...işte fark budur...okumakla izlemek arasında beyin bilgisayarın işlemcisi gibi bilgileri dönüştürür...öbüründe ise beyin sadece hazır olarak gelen ses-görüntü vs.yi depolamak için tıpkı cd-yazıcı gibi bir yerlere atar ve 15-20 dakika sonra düşünseniz doğru dürüst bir şey hatırlamaz bile...

okumak herşeyden önce beynin jimnastiğidir, asıl jimnastiktir. matematik falan farklı yönden çalıştırır beyni...okumak çok daha farklı bir biçimde...işte o yüzden okuduğunuz şeyin ne olduğunun çok da önemi yoktur. önemli olan ne kadar iyi yazıldığıdır, sizi ne kadar kendine çekebildiğidir. O yüzden iyi yazılmış, emek harcanmış, iyi niyetli herşey okunmalıdır. (Ama bu belgesel niteliğinde ya da kendini geliştir hafızan hızlansın veya siyasi görüşünü güçlendir, ekonomiyi kurtar, kuantum fiziğini yut! Falan tarzı birşey bir insanı ne kadar kendine çekebilir ve ne kadar beyin jimnastiği yaptırır bunu pek kestiremiyorum)

okudukça beyninizin ne kadar çok çalıştığını hissedeceksiniz… ve daha çok okudukça beyninizin daha çok ve daha hızlı ve daha iyi çalıştığını da hissedeceksiniz…

Allah’ın ilk emri, Oku’dur. O yüzden herşey okunmalıdır. Var olan herşey. Her kitap…sizin görüşünüzle uyuşmasa bile, sevmediğiniz bir adam yazmış olsa bile, hatta hakaret içeriyor olsa bile…iyinin kıymetini bilmek için kötüyü tanımak gerekir. Ve kendi sevdiklerimizi koruyabilmek için anti-tezleri, düşmanlarımızı ya da bize hakaret edenleri de bilmek gerekir…Kiöileri şöyle anlamlar çıkartır kendince: ermeni soykırımı vs.den bahseden bir romanı okuduğunuzda türklükten çıkarsınız ya da islamı yeren bir kitap okuduğunuzda cehennemde yanarsınız…(gülünç! çok şükür bir kitapla, 2-3 kelimeyle bütün hayatını hiçe sayıp ermenilerin ya da hristiyanların bir yerlerini yalayacak kadar iradesiz bir insanlar değiliz hiçbirimiz. Ya da amaç bu seviyede cahil-cühela takımını eğiterek ortadan kaldırmak olmalıdır. Yoksa yasaklamak, hapse atmak ya da öldürmek olmamalıdır en azından)

Velhasıl kelam, gayet derin bir konuda böyle bir noktaya parmak bastığı için konuyu açan arkadaşa teşekkür ediyorum. Allah’ın ilk emrini hiçbir zaman unutmadan, vakit bulamıyorum, olmuyor, aman şunun şurasında bir aşk romanı, çizgiroman, mizah dergisi, gazete falan demeden her zaman her yerde her şey-her kitap okunmalıdır diyorum.

Son olarak şunu söyleyeyim eski Rus cumhuriyetlerinden birinde metroya bindim; saat 23.00, vagonda 10-15 kişi var. Elinde okuyacak birşeyi olmayan benden başka sadece 1 (bir ) kişi vardı. Herkesin elinde gazete, dergi, kitap, e-book mutlaka birşeyler vardı. Birgün böyle görüntülerle bizim otobüslerimizde de karşılaşılabilmesini dilerim. En azından elinde çekirdek, kabuklarını yerlere tükürürken kim ne yapıyor, kimin karısı kızı geçiyor, diye sağa sola bakınan insanlar olacağına, bir iki kitap okuyup kelime hazinesini geliştirmeye çalışan, derdimi anlatabilecek cümleleri nasıl daha rahat kurabilirim azmiyle zihnini çalıştırmaya uğraşan insanlar olsun. “şeyi şey olmuş da onu şeyettiydim” diye ya da “ben de arkadaşa aynen katılıyorum, bunun üstüne ben ne desem boş” falan gibi cümleler kurmasın artık insanlarımız.

Neyse konu dağılıyor gene…kendinize iyi bakın…

27 Mayıs 2010 Perşembe

derin darbe: 27 mayıs ve düşündürdükleri...

bir kere "devrim mi, darbe mi" sorusunun bazıları tarafından hatırlanması güzel...işte bu sebeple, "bütün darbeleri lanetliyorum...darbelerin allah belasını versin!" gibi bir söylem bu soruda tıkanacaktır...her darbenin kötü olduğunu söyleyemezsiniz...yine de her bir darbenin ayrıca değerlendirmesi yapılabilir, türkiyede yapılan bütün darbeler kötüdür de denebilir...ama gelmiş ve gelecek bütün darbeler kötüdür demek bence peşin hükümlülüktür, ön yargılıdır, bağnazlıktır...darbelerle ilgili en vahim şey, bence, türkiyenin darbe dışında bir "demokrasi" geleneği(!) geliştirememiş olmasıdır...özellikle 80 sonrası apolitize edilen, örgütlenemeyen, eğitil(e)meyen kalabalıklar sürü haline getirilmiş ve şimdi millet egemenliği adı altında "hadi sandığa gidelim.halka soralım.millet iradesidir..." denilerek karar mercii gibi gösteriliyor...pardon ama, hayatı boyunca sadece 2 kitap okumuş ya da okumamış; bilim-kültür-siyaset-dünya görüşü sadece Sabah Şekerleri ya da Çarkıfelek'ten ibaret olan; hiç bir partiye, derneğe, sendikaya üye olmamış; tek amacı akşam bir tas sıcak çorba ve televizyon karşısında rahat bir koltuk-bir avuç kuruyemiş olan kalabalıklar neyi seçebilir, neyi düzeltebilir, neyi ilerletebilir...toplum değil sadece sürü olabilen bir topluluk darbe dışında ne çözüm getirebilir ki...ordu türkiyede büyük bir güçtür ve daha uzun bir süre bir seçenek olarak durmaya devam edecektir...ne zamanki demokrasi mekanizmaları, lider sultasından, tek adam iktidarlarından vaz geçip kendi içerisinde yeni filizlerin oluşmasına, yeni seçeneklerin ortaya çıkmasına izin verirler, o zaman birşeyler değişebilir...avrupaya bakıyorum, bütün partiler 2 seçimde bir lider değiştiriyor, temel aynı kalıyor ama yöntemler-işleyiş değişiyor ve bir gelişme ortaya çıkıyor...bizde ise girdiğin bütün seçimleri kaybetsen de 20 sene lider kalabiliyorsun, 50 sene siyaset yapabiliyorsun: genel başkanım yaptıysa doğrudur, başbakanım her zaman haklıdır, cumhurbaşkanım hiç hata yapmaz, sayın bakanın istifasına ne gerek var canım! bu işin kaderi böyle!... darbeleri kötülemek-lanetlemek yerine birşeyler yapalım...orduyu günah keçisi ilan ettiler, sanki başımıza gelenlerin tek sorumlusu ordu...biz ne yaptık, biz ne yapıyoruz...halk destek vermese, karşı çıksa darbe olur mu? millet örgütlense, çözüm üretse, değişim için devleti, iktidarı zorlasa problemler bu noktaya gelir mi? çözümsüzlükler, sonuçsuzluklar bu kadar artar mı?...neyse, bence daha çok düşünmek ve tartışmak lazım bu konuları...