5 Kasım 2010 Cuma

2100 yılında dünya...

01.Kasım.2010 tarihli Radikal’de 90 yıl sonra dünyanın nasıl bir yer olacağına dair bir haber yayınlandı. Daha çok askeri teknolojiler üzerine tahminler yapılmıştı. Ve bu yazı bir bilimkurgu sever olarak beni düşünmeye zorladı.

Dünya bir kaç yüzyıl sonra nasıl bir yer olabilir? Luc Besson’un 5.Elementi gibi mi? Ya da Asimov’un Çelik Mağaralar’ı gibi mi? Philip K.Dick’in romanından uyarlanan Blade Runner’a benzer Asimov’un dünyası da. Luc Besson’un renkli Fransız dünyasından daha karamsar, daha karanlık bir dünyadır. Daha umutsuz.

Umutsuzluk sanırım gelişen teknolojinin yan etkisi gibi birşey. İnsanların rahatı arttıkça umutsuzluğu da artıyor, üzerlerine bir karamsarlık çöküyor, herşeyin kötüye gideceğini düşünüyorlar ve genelde de haklı çıkıyorlar. Bunu doğrulayan pekçok bilimsel araştırma da var, refah düzeyi ile mutluluk ters orantılı genelde.

Ama benim umutsuzluğum haberin kendisinden kaynaklanıyor. Baksanıza 90 yılsonra askerler düşüncelerini internet üzerinden iletebilecek, her yer kıtalar arası füze dolacak, nükleer silahlar, nüfus artışı, gmo’lar, çevre kirliliği, ekonomik krizler vs.derken insanoğlu o günleri görebilecek mi acaba diyorum. Bundan 15-20 yıl sonra hala silahlanmaya şimdiki oranlarda para yatırmaya devam edersek insanlığın hiçbir şansı kalmayacak gibime geliyor.

Teknolojinin yayılma hızı ve toplumun o teknolojiyi kabullenme-ona uyum sağlama hızı artık birbiri ile uyuşmuyor. Yeni çıkan cep telefonlarının yarısından bihaberiz artık. O kadar çok çıkıyorlar ki ayrıntılarını takip edemiyoruz. Bilgisayarlar keza öyle. Arabalardaki değişiklikler artık yenisini almayacaksanız, çok az kişiyi ilgilendiriyor. Önceden böyle miydi? Bir kaç gazete ve dergiyi düzenli takip ettiğimizde bu teknolojileri kolayca takip edebilirdik. Ama artık her firma kendince yeni teknolojiler üretiyor ve artan bir hızla ilerleme kaydediyor. Biz ise artık sadece uzaktan takip etmeye çalışıyoruz.(Bilgisayar dergilerinde her yıl yeni geliştirilen terim sayısının bir insanın yıllık yeni kelime öğrenme hızından fazla olduğunu okumuştum bir ara.)

Sonra bir gün aslında cep telefonlarının beyin tümörü riskini 3 kat arttırdığı, yüksek gerilim hatlarının kansere neden olduğu, bazı tarım ilaçlarının bağışıklık sistemini iflas ettirdiği ya da arıları yok ettiği, aslında kanseri iyileştirmesi gereken bir ilacın kalp krizine neden olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalıyoruz.

Bütün bunlardan ne mi anlıyorum? Yüksek hızlı değişim ve onun getirdiği belirsizlikler umutsuzluğu yaratıyor. Bu doğru. Kontrolsüz değişim, “iyileşme” değildir. Bir anda tepetaklak olup yere çakılabilirsiniz. Yine filmlerden örnek verelim. Mimic ya da I am Legend. Her iki filmde de bir hastalığa karşı geliştirilen genetik tedavi yöntemi tahmin edilemeyen bir yönde gelişerek korkutucu sonuçlar doğurur. Birinde tüm insanlık bu hastalıkla yaşayan ölülere dönüşürken diğerinde insan-böcek karışımı canavarlar ortaya çıkar.

Peki hiç mi umut yok? Yukarda yazdığım gibi, bu değişim ve uyum sağlama hızı arasındaki fark bize pekçok şeyi iş işten geçtikten sonra fark etmemize neden oluyor. Üstelik nüfus artış hızımız da buna hiç yardımcı olacak gibi görünmüyor. Dünya ekonomisininin iplerini elinde tutanların da uzun vadeli planları yok.(Varsa bile bizimle ilgili olduğunu pek sanmam.) Onlar bu düzenin sonsuza dek süreceğini sanıyorlar. Oysa dünya düzeninin ilerleyişi kendi üzerine yıkılacak bir kule inşaatını andırıyor. Öyle olunca da Asimov’un Çelik Mağaralar’ı ya da Blade Runner’a razı oluyorsunuz.

Peki ne yapabiliriz?

Bu tip durumlarda, yani gidişat iyi değilse, iş dünyasının ilk tedbiri tasarruftur; gereksiz harcamaları durduracaksınız. Burada benim aklıma ilk gelen silahlanma harcamaları. Hepimiz aynı gemideyiz. O zaman neyin kavgasını yapıyoruz? Neden sadece birbirimizi korkutmak için her yıl milyarlarca dolar harcıyoruz? Savaşmayacaksak bu kadar çok silaha da ihtiyacımız olmazdı. Savaşacaksak savaşalım, savaşmayacaksak silahlara neden ihtiyacımı var?

İkinci tedbir, temiz bir enerji kaynağı. Eğer silah ya da askeri yatırımlar yerine temiz bir enerji kaynağı için yatırım yapsaydık şimdiye kadar çoktan bu enerji kaynağını elde etmiş olurduk. Neyse, henüz çok geç kalmış sayılmayız. Hidrojen veya güneş enerjisinde son yıllarda önemli gelişmeler var. Yeterli yatırım yapılırsa bu çalışmalardan sonuç alınabileceğini umuyorum.

3.tedbir, eğitim şart! Cem Yılmaz’ın reklamı akıllara geliyor değil mi? Bu da nüfus artış problemi için gerekli. Bu artış hızıyla dünya çok yakında açlık, salgın hastalık ve savaş tehditleri ile karşı karşıya. Üstelik iklim değişiklikleri de dikkate alınırsa bu çok uzak bir gelecek gibi de değil. Eğitimsiz ve vasıfsız, sürü halindeki tehlikeli kalabalıkların ıslah edilmiş, topluma faydalı, eğitimli insan toplulukları haline getirilmesi gerekli. Bunu yapmak belki de yukardakilerden daha zor ve zahmetli. Hem de uzun süreli. Ama bir şekilde yapılması gerekiyor. Yoksa bir süre sonra şehrin küçük bir yerine sıkışıp kalmış elit bir azınlık ve onun etrafında sefalet içerisinde yaşayan milyonlarca insan çok da imkansız görünmüyor. Hindistan’da aslında bunun yaşandığını da biliyoruz, Slamdog Millionare’i hatırlayın.

Tamam. Diyelim ki bu tedbirler alındı, uygulandı. Temiz ve ucuz bir enerji kaynağı, eğitimli, istekli kalifiye büyük ve ucuz bir iş gücü. Sonuç ne olacak. Hadi iyimser tarafından bakalım.

En önemli gelişmeler herhalde sağlık alanında olurdu. Kanser hücrelerini yerinde yok eden güdümlü ilaçlar ya da mikro cerrahi cihazları olurdu mesela. Sonra %100 uyumlu organ nakli mümkün olurdu. Hatta belki klonlanmış organlarla insanlar kendi yedek parçalarını önceden hazırlattırabilirlerdi.

Sağlık açısından yüzyılın hastalığı olabilecek obezite için de bir çare bulunurdu herhalde. Tabii bu insanlığın kültürel tarihini nasıl etkiler bilemiyorum. The Demolition Man filmi aklıma geliyor. Bütün restoranların Pizza Hut olduğu ve sigara, doymuş yağlar, kafein gibi sağlığa zararlı olacak tüm yiyecek-içeceklerin yasaklandığı bir dünya. Tabii cinsel sıvıların transferi de yasak...

Aslında bu Big Brother sendromu mutlaka karşımıza çıkacak ama ne zaman bilemiyorum. Ursula K.Leguin’in Mülksüzler’indeki gibi “anarşi” üzerine bir toplum kurmak George Orwell’in 1984’ün deki gibi “faşizm” üzerine bir toplum kurmaktan daha zor olsa gerek.

Peki teknoloji ne durumda olur 100 yıl sonra dersiniz? Bilimkurgu filmlerini izleyince insanların teknolojik gelişmeleri öngörebilme yeteneklerinin çok zayıf olduğunu anlıyoruz. Alien’daki gibi tüplü ekranlarda dolanan sayılarla çalışan bilgisayar kullanan ama aynı zamanda yıldızlar arası seyahat yapabilen uzay gemileri olduğunu görüyoruz. Ya da Yul Bryner’li Westworld’deki gibi insan görünümlü robotlar yapıp LCD televizyonu icat edemiyoruz. Benim en beğendiğim örnek Tom Cruise’in oynadığı Minority Report. Ama o da sadece mevcut teknolojilerin geliştirilmiş halini gösteriyor. Yani çok da uzak bir gelecek değil aslında. Projeksiyon ekranlar ve veri girişleri teknolojisi ve kişiye yönelik reklam uygulamaları şu anda zaten mevcut. Geleceği görebilen mutantlar elbette filmin kurgu kısmını oluşturuyor.

Benim tahminim yarının dünyasında kişisel bilgisayar kavramının ortadan kalkacağı yönünde. Çünkü bilgisayar ve internet artık her an insanın yanında ve her yerde olacak. Üstelik süper hızlı bağlantı sayesinde pekçok küçük ölçekli bilgisayar yerine birbirine bağlı ortak çalışabilen serverlar daha verimli olacaktır. Bir tür “Cloud” teknolojisi yani. Bunların örneklerini de şu anda yeni yeni görmeye başladık aslında. Ama sanırım sağlıktaki gelişmelerle, biyoteknoloji ve robot bilimlerindeki gelişmeyi de göz önünde bulundurursak Uzay Yolu filmlerinde gördüğümüz yarı insan yarı robot Biyonik insanlar ya da teknoloji ile entegre olmuş insanlar çok uzak değil. Eğer gözünün içine doğrudan bilgileri aktarabileceksen neden ekrana ihtiyaç duyasın? Bunun için gözlükler de yapıldı aslında. Ya da doğrudan bağlantı yapabileceğin her an her yerde yanında bulunan (muhtemelen içinde) bir teknoloji...Yine “Big Brother” ortaya çıkıyor tabii. Herkesin her an her yerde gözetlendiği, ne yaptığı, ne istediği takip edilen ve hatta kontrol edilebilen insanlar topluluğu...Öyle mi olacağız acaba?

Peki arabalar, ulaşım? 100 yıl sonra yıldızlar arası seyahatin gerçek olmasını dilerdim. Ama bence henüz bundan çok uzağız. 100 yıl sonra da yıldızlar arası seyahat hala bilimkurgu olarak kalabilir. Ama temiz enerji kaynakları, gelişen teknoloji, artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayabilmek için kişisel bilgisayarlar gibi kişsel otomobillerin de ortadan kalkacağını düşünüyorum.

Şu anda İstanbulun içerisinde arabayla bir yerden bir yere gitmek işkence olmuşken “140 milyon” nüfusu olan bir şehirde herkesin kendi arabasıyla trafiğe çıkması mümkün olmaz herhalde. Üstelik bunun için Geleceğe Dönüş’teki DeLorean gibi uçan bir arabanız olsa bile. Bence en uygun çözüm şimdiden yaya yoluna çevrilen yollar gibi şehir içinin tamamen yürüyen bantlarla donatılması. Bu benim fikrim değil, Asimov’un kitaplarından bir alıntı. Şafağın Robotları ya da Vakıf Serisinde geçiyor olabilir. Çinliler bunu duraklamadan yolcu indirip bindirilebilen tren projesi olarak hazırlamaya başladılar bile. Temiz ve ucuz enerji ile sürekli çalışan yürüyen merdiven ya da paneller daha akılcı ve ekonomik bir çözüm olabilir.

Ya da artık araba kullanımına gerek duyulmayan şehirler inşaa edebiliriz belki. 140 milyonluk bir şehirde yaşayacak olursak 140 m2’lik bir ev çok büyük bir lüks olacaktır. Hem de hiç ekonomik değil. Japonlar gibi küçük apartman dairelerinde beyaz teknolojik duvarlar geliyor aklıma. TV, bilgisayar, internet hepsi duvarın üstüne yansıyan ya da odanın bir köşesinde 3 boyutlu hologramlar şeklinde olabilir. Bu durumda ihtiyaç duyulan oturulacak bir kaç sandalye, bir yatak ve küçük bir mutfak ve banyo-tuvalet. 5+1 tripleks daireleri unutun!

Peki ya çocuklar? Bu evlerde sanki çocuklara pek yer yok gibi? Ya çocuklar da artık ısmarlama gen havuzundan ya da yapay rahimlerden gelmek zorunda kalırsa? 140 milyonluk şehirlerde yaşayacaksak nüfus kontrolü belki de en büyük problemlerden biri olacak. Ama dua edelimde 30 yaşında herkesin ölmek zorunda olduğu bir çözüm bulunmasın buna. 30 yaşını geçmiş, sosyal açıdan topluma yük oluşturan “yaşlıların” öldürüldüğü bir dünya...Korkutucu değil mi? Bu da yeni bir fikir değil, Logan’s Run filminden. 100 sene sonra eğer hala insanlığı yok etmemiş olursak böyle bir yer olabilir dünya. Çünkü teknoloji ve tıptaki ilerleme sayesinde çok daha uzun süre yaşıyor olacağız.

Uzay yolculuğu olur mu peki? Şu anda da uzay yolculuklarının tek problemi enerji aslında. Küçük ölçekli, yüksek verimli ve tehlikesiz enerji kaynaklarıyla 100 yıl sonra güneş sistemi içerisinde daha fazla seyahat etmemiz mümkün olacaktır. Belki Mars’ta maden ocakları, Ay’da oteller açılır, Total Recall’daki gibi. Şu an bile bunu yapabilecek teknolojiye sahibiz. Küçücük uzay gemilerini uzaya çıkarabilmek için gerekli olan koca koca yakıt tankları olmasaydı bunları çoktan yapmış olurduk.

Biz uzaya çıkarsak uzay bize gelmez mi? Gelir tabii...Uzaylılar da bizim birşeyi başarmamızı bekliyorlar herhalde. Uzay Yolu – First Contact filmindeki gibi. Orada da yıldızlar arası ilk uzay gemisinin yapılması ile zeki uzaylılar insanlarla irtibata geçiyorlardı. Böyle bir eşiği aşarsak onlar da bizimle irtibata geçerler artık. 100 yıl içerisinde bunun olması kesin bence. Eğer uzaylılar UFO’larla sürekli bizi ziyaret edip inceliyorlarsa o aşmamız gereken eşiği 100 yıl içerisinde mutlaka aşarız. Eğer zeki uzaylıların bizden haberi yoksa, yani UFO’lar uzay gemisi değilde sadece yanılsamaysa, biz onları buluncaya kadar bir kaç yüzyıl daha geçmesi gerekecek demektir.

Yüzyıl sonra yıldızlar arası yolculuk olmayacak. Zaman makinesi olmayacak. Ölülerle iletişim kurulamayacak. Tanrı’nın varlığı ispatlanamayacak. Kadın ve erkek arasında anlaşmazlıklar bitmeyecek. Ama bunların dışında değiştirilip düzeltilebilecek, unutup silinebilecek pekçok şey var.Daha güzel günler bizi bekliyor. Olmak zorunda.

Ama neden insan hafızası hep iyi ve güzel olanları eskide buluyor? Neden eskiden aldığımız tadı hiçbir yerde bulamıyoruz. “Bu biz büyüdük ve kirlendi dünya” sözü gibi. Biz büyüdükçe dünya kirleniyor ve kirlendikçe bizim duyularımız köreliyor. O eski tadları bulamıyoruz, hiç bir yerde. O yüzden yeni kan, taze bir soluk bu toplumun, her zaman, ihtiyacı olacak. Yeni, istekli bir genç nesil. Uyuşturulmamış, uyutulmamış, temiz, genç dimağlar hırslarıyla, azimleriyle, istekleriyle, aç gözlülükleriyle ilerleyecek ve daha güzel günleri getirecektir.

Bunun için onlara verilmesi gereken en değerli bilgi öğrenmeyi öğrenmektir. Yani aklını kullanabilmek...

Yaratıcı olmak, deneme yanılma yöntemleri, yılmadan bıkmadan çalışabilmek, gelecekten umutlu olmak, istekli olmak, heyecanını kaybetmemek, şevkini kırmamak, kimseyi incitmemek...Bunlar bu genç dimağlar için gerekli şeyler ve aynı zamanda disiplin, koordinasyon, iş birliği, analiz yeteneği, planlama, matematik gibi çok da hoşa gitmediği halde sahip olunması gereken bilgiler var. Bunlarda bir önceki neslin mirası olmalı.

Yüzyıl sonrasını görmek için yüzyıl öncesine bakalım. Jules Verne’in Aya Seyahat’ine, mesela. Kurgu gerçeğe dönüştüğünde ne kadar farklı olduğuna bakarak şimdi bizim kurguladıklarımızın yüzyıl sonra nasıl gerçeğe dönüşeceğini tahmin edebilirsiniz...